Muhtemelen akademik dünyanın bana bulaştırdığı bir mesleki deformasyon; açıkça belirtilen bir son gönderme tarihi olmadığında erteleme alışkanlığı. Yaklaşık bir yıl önce, kıymetli dostum İsa Emin’e, nazik daveti üzerine, Münferit Fikir Platformu için yazı yazmaya söz vermiştim. Geçen süre zarfında zihnimde epey makale yazmama rağmen, bu güne kadar hiç birini daha tutulabilir bir ortama aktarmamıştım. Bu gün itibari ile yazıya dökmeye başlıyorum.
Platform’da yazılanları büyük ilgi ile takip ediyorum. Yaşanılanların, düşüncelerin açıkça, özgürce paylaşılması çok kıymetli. Amaç ne olursa olsun, gizli saklı işler çevrilerek güzel yerlere, güneşli güzel günlere varılamıyor. Bunun acı reçetesini her gün üç öğün içiyoruz. Çetin Altan’ın çok sevdiğim sözüdür “Ben en büyük sırrımı Taksim meydanında haykırırım”.“The Cemaat” ile, bu satırları okuyacak olanları hayrette bırakacak sırlara vakıf olacak kadar içli dışlı olmadım. Orta okul, lise ve üniversite yıllarımda, ekseriyetle suya sabuna çok dokunmayan temaslarım oldu. Gezi, sohbet, piknik vs. Bilirsiniz işte, olağan faaliyetler. Fakat daha önemlisi, bu hareketle gönül bağı olan çok sayıda insan tanıdım. Halen bir kısmı ile konuşuyorum veya görüşüyorum. Zaman içerisinde ateist olmuş olanı da var, cemaati tamamen masum, tertemiz, kusursuz görmeye devam edeni de.
Özellikle son yıllarda, kendim de dahil pek çok dostlarımın fikir dünyalarında dönüşümler, veya kendi tabirleri ile “aydınlanma”lar yaşanıyor. Açık fikirli olmak çok kıymetli. Akademinin getirdiği olumlu bir mesleki deformasyon da bu belki de. Dogmalardan arınıyorsunuz. Akılcı ve bilimsel bir zemininiz oluğu sürece Einstein’ı da eleştirebilirsiniz, bir başkasını da.
Yaşanan aydınlanma, başta din ve siyaset olmak üzere pek çok alanı kapsıyor. Bu yazımda, şahsen önemli gördüğüm bir kaç başlık paylaşacağım. Ben bunlara “eşikler” ismini veriyorum. Zira bunlar, özellikle muhafazakar camiada yetişenler için aşılması nispeten daha zor, aşıldığında da fikir dünyasını zenginleştiren hususlar. Her bir eşik için kısaca fikirlerimi beyan edeceğim sadece. Her biri üzerinde daha uzunca konuşmaya tartışmaya değer olsa da, burada amacım bir başlangıç yapmak. Daha sonra yazacağım yazılarda detaylandırma niyetindeyim.
Sunacağım eşikleri iki bölüm halinde yazacağım. Bu yazıda inanç ve din ile ilgili üç konu üzerinde duracağım. Bir sonraki ise toplumsal-tarihsel konular ile ilgili olacak.
Seçilmişlik
İslam’ın ve kutsal kitabı Kuran’ın en temel kavramı Allah’ın varlığı ve birliğidir. Bu birlik kavramı o kadar önemlidir ki, aksi olan “şirk”, Kuran’da üzerinde en fazla durulan ve lanetlenen mevzu olmuştur. Şirk, Mekke’lilerin 1500 yıl önce taptıkları putlardan ibaret değildir. Yöneticilerden ruhbanlara, mal mülkten kişisel ihtiraslara kadar pek çok şey şirkin objesi olabilmektedir. Kriter basittir; Allah’a özgü olması gereken bir şeye (tapma, helal-haram kılma, kimin cennete kimin cehenneme gideceğine karar verme, günahları affetme...) başkasını ortak kabul etmek. Yaşar Nuri Öztürk, Kuran’ın ateizm’den ziyade şirke savaş açtığını söyler, ve kanımca bu oldukça yerinde ve önemli bir tespittir.
İnanan bir insan için Allah’ın şirkten bu kadar sakındırması şu anlama gelir; bu tehlike Kabe’deki putların parçalanması ile bitmemiştir, insan var oldukça var olmaya devam edecektir.
Üzerinde durmak istediğim şirk çeşidi, İslam dünyasında bir virüs gibi yayılmış olan “seçilmişlik” kavramıdır. Bu kavram müçtehid, müceddid, halife, ulema, molla gibi türlü isimlerle çıkar karşımıza. Ve maalesef çok da kabul görür. Şeyh müritlerine cennetler vaadeder. Müceddid yüz yılda bir gelir ve dini yeniler. Müçtehid, bizzat Allah’ın anlaşılmasını kolaylaştırdığını söylediği Kuran’dan, başka kimsenin anlayamayacağı içtihadlar türetir.
Bu virüs o kadar yaygındır ki, dinini merak eden Kuran’a değil, hocasına, abisine-ablasına sorar. İşin garibi, Kuran da okur, belki bir ay içerisinde 600 sayfanın tamamını okur, veya ezbere hepsini bilir. Fakat bir cümlesinin bile anlamını bilmez.
Yurtdışında bulunduğum bir ortamda helal-et tartışması sırasında “Ehli kitabın kestikleri size helaldir” ayetini belirtmiştim. Aldığım cevap “onu bilmiyorum, ama hocaefendi, ‘mecbur kalmadıkça yemeyin’ diyor” olmuştu. Helal-haram kılma yetkisi sadece ve sadece Allah’a özgüdür. Aksi şirktir. Söyleyen ister hacıefendi olsun, ister hocaefendi.
Dinimizde seçilmişlik de ruhbanlık (kendini dine adama, dünyadan soyutlama) da yoktur. Vicdanının sesini dinleyen, koskoca evrenin bir yaratıcısı olduğuna ve kendisini her an gördüğüne inanan bir kişinin böyle aracılara da ihtiyacı yoktur.
Cennet-Cehennem
Yaklaşık iki yıl önce, nezarethanede kalmakta iken “Allah’a ve Peygamberine inanmayan cennete gidebilir mi” konusu açıldı. OHAL sayesinde 30 güne çıkarılan gözaltı süresi sayesinde, tartışacak bol bol vaktimiz vardı. Belki de ana akım düşünceyi temsilen bir nezaretdaşım “hem Allah’a hem de Muhammed’e inanmadığı sürece kimse cennete gidemez, tefekkürle bunlara ulaşabilir” demişti. O zaman verdiğim cevap şu olmuştu: Tibet’in uçsuz bucaksız platolarında bir insan hayal et. Ömrü boyunca hayvanlarını otlatıp ailesine bakmış. Kimseye kötülüğü dokunmamış. Ne internet, ne de televizyonu var. Okuma yazması bile yok. Bu insan, gökyüzüne bakıp “bir Allah olmalı ve uzaklarda bir yerlerde bir elçi göndermiş olmalı, adı da Muhammed olmalı” demediği için, sonsuza kadar cehennemde cayır cayır yanacak, öyle mi? Merhameti sonsuz Allah, haşa, bu mu?
Bu hususun son zamanlarda yaşananlar ile ilişkili olan bir yönü de var. Yaşadığımız zulüm ve haksızlıklar sürecinde, dindar ve inançlı olarak bilinen çok sayıda insanın nasıl bir canavara dönüştüklerini gördük. Dini bütün babanın kendi öz evladına yaptığı eziyetlere şahit olduk. Öte yandan, hiçbir din referansı olmayan insanların ne kadar ahlaklı, vicdanlı ve iyiliksever davranabileceklerine şahit olduk. Daha global ölçekte düşündüğümüzde, milyonlarca “cennetlik” müslüman kardeşleriminiz, akın akın “cehennemlik” batı ülkelerine sığınmakta olduklarını ve kendi öz vatanlarından çok daha insanca muamele gördüklerini gözlemliyoruz.
Süreçten etkilenen hemen herkes bu tezatın sayısız örneğini yaşamıştır. Bu da çoğunun aklına “Allah’a inanan (eninde sonunda) cennete, inanmayan ise ebediyen cehenneme gidecek” önyargısını getirmektedir. Bu durum vicdanların kabulüne pek de uygun görünmemektedir.
Bence sorunun cevabı, kendi nazarımda, zor değil. Cennet de cehennem de Allah’ın mülküdür. Hiç kimse buralardan tapu satma hakkına sahip değildir. Aksi, yukarıda da belirttiğim gibi, şirktir. Bu yaklaşım, soruya (kim cennete, kim cehenneme gidecek) net cevap vermemek olarak eleştirilebilir. Fakat doğru olanın tam da bu olduğu kanaatindeyim. Bu soruya cevap vermeye kalkmak kendini Allah yerine koymaya çalışmak anlmına gelir. Bunun yerine sadece ilahi adalete güven duymak daha isabetlidir.
Başlığın sonuna, kıymetli hemşehrim, merhum Mustafa Cansızoğlu’nun bir anısını eklemek istiyorum:
Cansız Hoca’nın bulunduğu bir yerde kimlerin cennete gireceği konusu tartışılıyormuş. Mollalardan biri Cansız Hoca’ya:
- Hocam, Edison bütün dünyayı aydınlatan buluşu gerçekleştirdi ama yine cehenneme gidecek.
- Sen Edison’un cehenneme gideceğini nereden biliyorsun?
- O bizim Peygamber’e inanmadı. Onun için cennete giremez.
Bunun üzerine Cansız Hoca, cevap verir: "Bakara suresinin 62. ayetinde şöyle der: Şüphesiz iman edenlerle, Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabilerden kimler Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih ameller işlerlerse onların ecirleri Allah katındadır. Onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de. Yani, bu ayette Allah insanlara Allah’a ve ahiret gününe inanıp hayırlı işler yapmaları şartını getiriyor. Aynı ayet Maide suresinin 69. ayetinde tekrar edilmektedir. Sonra büyük álimlerin ekseriyeti iman sahibi oldukları bilinen bir husustur. Ayrıca Edison’un son nefesinde nasıl
gittiğini ne biliyorsun?"
Ancak adam ikna olmamış. İlla cehenneme gidecek, diye ısrar edince Cansız Hoca sinirlenmiş. Şu cevabı vermiş: "Allah, senin gibi beş milyon eşşeoğlueşşeği cennete koyacağına bir Edison’u koysun daha karlıdır."
Evrim
Muhafazakar çevrede yetişen ve bilimle iştigal eden birisi olarak Evrim kuramı epey süre aklımı kurcalamıştı. Boşu boşuna. Evet, gerçekten de İslam da dahil olmak üzere dinlerin Evrim kuramına açtıkları savaş boşu boşuna verilen bir savaştır. Allah nasıl ki evreni Büyük Patlama ile yaratmış, insanı da Evrim ile yaratmıştır.
“Yeryüzünde gezin, dolaşın ve Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın”
(Ankebut suresi, 20. Ayet).
Charles Darwin Allah’a inanan bir bilim adamı idi. Ömrünün yaklaşık on yılını evinden binlerce mil uzaklıklara deniz yolculukları işe geçirdi. Özellikle Galapagos adalarındaki türleri incelemeye çok uzun zaman ayırdı. Birbirine çok yakın olmalarında rağmen, bu adalardaki fiziksel farkları, oralardaki canlı türlerinde ne kadar değişiklikler ortaya çıkardığını gözlemledi. Yıllar süren çalışmaları sonucunda “Türlerin Kökeni” adlı şaheserini ortaya koydu. Hayatı boyunca kitabını sekiz kez güncelledi. Son edisyon hariç hepsinde “Allah’ın yaratması”na atıf yaptı. (Yaşamının sonlarına doğru, çok sevdiği kızını yıldırım çarpması sonucu kaybetti ve yaratıcı konusunda oluşan şüpheleri Evrim ile değil, bu olayla ilgilidir.)
Genetik biliminden yüz yıl önce yapılan bu buluşlar, insanlığın en önemli buluşlarındandır. Moleküler Biyoloji ve Genetik bilimlerinin bulguları, genel olarak Evrim’i desteklemekte ve bilinmeyen mekanizmalarını açığa çıkarmaktadır. Günümüzde Evrim kuramına dayanmadan biyoloji ve tıp biliminde ilerlemek mümkün değildir.
Her bilimsel kuram gibi, evrim de bir dogma değildir. Yanlışlanması mümkündür. Halen açıklayamadığı hususlar vardır. Bununla birlikte, bilimsel tecrübemizin halihazırdaki en mükemmel sonucudur. Yaşam’ın en geçerli bilimsel açıklamasıdır.
Hayatı da ölümü de, bakteriyi de DNA’yı da, maymunu da insanı da yaratan Allah’tır. Bu inançta iseniz, yeryüzünü dolaşıp Allah’ın hayatı nasıl başlattığını anlamaya çalışan insanların bulgularını öğrenmekten korkmayın, çekinmeyin. O’nun ne güzel yarattığını göreceksiniz.
Nehir Geçen
Twitter: @Nehirgecen