Tekrar merhaba. Bu yazıda önceki yazımdaki hususları biraz daha detaylandırarak kendimce bazı tezlerimi anlatacağım. Tekrar etmeliyim ki hiç kimsenin benimle aynı fikirde olması gibi bir beklentim yoktur. Farklı tezi olan insanlar mantıksal gerekçeleri ile birlikte yazının altına yorum yazabilirler. Yazımda da belirttiğim gibi tez, kanun demek değildir. Tezler her zaman test edilmeye açıktır. Dogmadan farkı da budur. Yine Emir Yıldız’ın anlattıklarının benim argümanlarımla olan ilişkisini anlatacağım. Son olarak da yine bazı çözüm önerilerim olacak. Yazıda isimleri geçen hiç kimseye hakaret kastım yoktur. Hayat felsefeme göre herkesten, her çağdan öğrenilecek bir şey vardır ve herkes hata yapabilir.
İslam dinindeki ana problem nedir?İslam dini temel olarak Allah’ın bir olduğu ve Muhammed’in de son peygamber olduğu varsayımına dayanmaktadır. Yine İslam’a göre tanrının insanlara mesajları, emirleri ve yasakları vardır ve bu mesajlar da Kuran’da yer almaktadır. Tanrı Kuranda tüm mesajlarını vermiş ve susmuştur. Bu mesajlar doğrudur, mükemmeldir ve peygamber de hiç günah işlememiştir. Yaratıcıyı inkâr gibi bir niyetim olmadığını belirtmek isterim. Fakat Kuran’ın tanrı prensipleri olduğunu kabul etmenin toplumlardaki İslami kaynaklı sorunların ANA sebebi olduğunu düşünüyorum. Daha spesifik olarak söylemek gerekirse, İslami prensiplerin tanrı tarafından konulduğunu kabul etmek potansiyel olarak İslami toplumlardaki Şiddet (Violence & Lynch), Ayrımcılık (Discrimination), Haksızlık ve de Cehaletin ana kaynağıdır. Konuyu açmak isterim.
İlk olarak, dini prensiplerde yanlış olmadığı varsayımı hem bireyin beynine bir pranga vurur, hem de bu prensiplerin uygulandığı toplum içerisinde sorunlara yol açar. Bu varsayımların rehberliğinde gerçek anlamda bağımsız düşünebilen bireyin yetişmesi mümkün değildir. İslam prensiplerinin MÜKEMMEL olduğunu kabul etmek ya da zannetmek de hem bireyin hem de toplumun gelişiminin veya ilerlemesinin önündeki en büyük engeldir. Sistemin yaratıcı tarafından ortaya konulduğu varsayımı bireylerin bu prensiplerdeki yanlışlarına ya göz yummaya ya da bahaneler üretmeye itiyor.
Bu konuyla ilgili olarak, “dinin teorisi mi yanlış, yoksa prensipleri mi” sorusu da yanlış bence. İslam dininin teorisi yok, çünkü teori bilimsel bir terimdir ve teoriler test edilmeye açıktır. İslam dininin ana temeli şudur ki kuran yaratıcı tarafından yazdırılmıştır (melek aracılığıyla, meleklere iman da bu nedenle önemli muhtemelen) ve peygamberlerin yaratıcı tarafından seçilmişliği TARTIŞILAMAZ. Söyledikleri Tanrı buyruğudur, teori değildir; kanundur, test edilemez.
Bazı Temel İslami Kavramlar ve Sakıncalı Yönleri
Dini prensiplerin tanrı kuralları olarak görülmesinin potansiyel olarak toplumlarda ne gibi sorunlara yol açabileceğine dair bazı mekanizmaları açıklayacağım. Bu mekanizmaları iyi anlayabilmek için de İslam’daki bazı prensip, kavram veya varsayımlara ve bu varsayımların bireyler üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsedeceğim. Argümanlarımla ilgili olarak tarihten ve günümüzden örnekler de vereceğim. İlk prensip: İman…
Pratikteki anlamı delilsiz sorgulamasız kabul etmek. Narkoz etkisi olabilecek bir kelime. İnsanların yaratıcıya olan korku ve saygısını suiistimal edip manipüle edilebilir toplumlar oluşturmak için zerk edilecek uyuşturucu etkisi olabilecek iman şırıngasının içeriğini oluşturan elementler ise şunlar: Allah'a iman, meleklere iman, kitaplara iman, peygamberlere iman, ahirete iman ve kadere iman. Evet, bu bileşimi içeren narkozdan sonra toplum yada şahıs ya uyuşmaya veya zehirl(en)meye başlıyor. Nursi diyor ki iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, sonra da saadeti dareyn.... Ne demek bu pratikte? Kime teslim oluyorsun UYGULAMADA?
İmanın zıddı nedir? Critical thinking, yani eleştirel, objektif ve bağımsız düşünce. Critical thinking iman prensiplerinin en büyük düşmanıdır. Her şeyi sorgulamayı gerektiriyor çünkü eleştirel düşünce. Tabi doğal olarak da eleştirel düşünce, imanı suiistimal eden yüzlerce hokkabaz dincinin düşmanı. Tüm bilimler eleştirel düşünceye dayalıdır. Bu açıdan iman ve bilim TEMELDE birbirine zıttır, ayrıntıda buluşabilirler.
Nursi; “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder” dese de ilk iş olarak dini kabul etmeyenleri vicdanı karanlık, mutaassıp olarak ötekileştiriyor. İkincisi, dini bilimler ve fen bilimleri neden iftirak eder, ayrılır, açıkla(ya)mıyor. Bilimlerin nasıl geliştiğini ya bilmiyor ya da iyice düşünmeden demiş diyeceğini. İkisi arasında büyük fark var.
Din bilimleri dogmaya dayalıdır ve belli varsayımları vardır ve bu varsayımların doğruluğunu değiştirmeyi bırakın, sorgulayamazsınız bile. Tanrı var mı, melek var mı? Peygamber elçi mi? Bunlar dinin kırmızı çizgileridir. Bilimlerde ise sürekli olarak varsayımları test etmek vardır ve yeri geldiğinde eski varsayımlar çürütülür ve yenileriyle değiştirilir. Bu nedenle, Nursi’nin kullandığı dille ifade edecek olursak; ulum-u diniye ile funun-u medeniye çoğunlukla iftirak halindedir; bunların meczedilmesi ya da aynı yerde yaşamaları mümkün değildir.
İmanın eleştirel objektif düşünceyi ve beyni nasıl narkozladığına dair örnekler de verelim. Muhammet dönemine bakalım. Aişe...Gülene göre Aişe şöyle tasvir ediliyor: “…daha gözleri günaha açılmadan kendisini peygamber hanesinde bulmuş...Anamız...” Eleştirel düşünelim şimdi de. Aişe küçücük bir kız çocuğu, daha oyuncak bebekleriyle oynayan! Gülen gözleri daha günaha açılmamış derken aslında Aişe’nin daha çocuk olduğunu da kabul ediyor. Ne işi var o yaşta Muhammed’in yanında? Zavallı Aişe İslam ülkelerindeki çocuk yaşta evlendirilme geleneğinin ilk kurbanlarından birisi değil mi? Diyanet işleri bu konuda (çocuk yaşta evlendirme) insanlara akıl dışı fetvalar vermeye çalışmıyor mu bunun geçmişte yapılan yanlış bir uygulama olduğunu söylemek yerine?
İkinci örnek. Muhammet’in Zeynep’le evliliği... Yaratıcı göklerde peygambere nikah kıyarak insanlara ne ders vermek istesin? Ahzab suresiyle peygambere “eşlerin arasındaki sıralamayı takip etmene gerek yok” diye neden ayet göndersin? Bu mesajla çağlar ötesindeki insanlara yaratıcı ne öğretmek istemiş olabilir ki?
Yine Gülen’in doktoru Kudret beyin twitine bakalım. Bu twite göre Gülen şöyle diyor: Osmanlı padişahları peygamber ufkunu çok iyi kavramışlardı. “Akıl delisi” insanlardı... Derin akıllarından dolayı deliydi bunlar..!
Şimdi de Fatih Sultan Mehmet’in şu uygulamasına bir bakalım… Büyük dedesi Yıldırım Bayezid'den sonra yaşanan taht kavgasının ülkeyi çok karıştırdığını göz önüne alınca önce küçük kardeşini boğdurttu, sonra bu usulü Kanunname'ye koydurarak kendisinden sonraki padişahlara bıraktı. Şimdi Fatih’in vicdanın ziyası dinden geliyorsa bu nasıl bir ziyadır yahu??? Bebek öldürmeyi USÜL yapıyor!!!
Vicdanı aydın İstanbul’u fetheden bu güzel(!) komutan iktidar için kardeşini boğdurmuş. “Peygamberin vizyonunu gerçekleştirmiş ve iltifatına mazhar olmuş ya, gerisi teferruat” diyenler; bu duruma bin bir teviller bulanlar çıkacak mıdır bilemiyorum! Demek ki Gülen’e göre peygamber ufku masum kardeş öldürmeye bile cevaz veriyor ve bu normal bir şey. Bir de bu vahşeti akıl delisi diye savunması var ki bunu savunması için gerçekten deli ve çok zalim birisi olmak lazım. Bu çelişki dini öğretilerin insanın aklıyla birlikte acıma hissini ve vicdanını nasıl körelttiğine dair çok çarpıcı bir örnektir bu.
Başka bir örnek... Suudi Arabistan’ı düşünelim... Arapçayı en iyi bilen insanların yaşadığı yer... Kuran’ın veya dinin inceliklerine en vakıf olması beklenen ülke. Bu ülke ile ilgili yüzlerce örnek hadise vardır dinin nasıl bir öldürme veya sömürme aracı haline getirildiğine dair. En sonuncusu ve herkesin muhtemelen duymuş olduğu Kaşıkçı cinayeti... İktidarı eleştirdiği için öldürüldü, parçalandı, asitle eritilerek yok edilmeye çalışıldı. Türkiye’de bu vahşeti siyasi koz olarak kullanmak üzere bu vahşeti videoya aldı.
Yine Kudret Bey şöyle diyor “Müslümanlık, iddia değildir; o, Kur’ân’ın insan davranışlarında kristalleşmiş şekli ve hayatın ta kendisidir.” Genel olarak Suudi Arabistan’daki uygulamalara baktığımızda bu kristalleşmiş(!) davranışlar gözlemlenmiyor mu? Ya da daha yakına gelelim. KHK’lıları affedersek şöyle olur, beni kurayza savaşındayız söylemlerine bir bakın ve düşünün ne yapmak istediklerine! Ülkede muhalefet ve internet olmasa KHK’lılara yapmayı planladıkları bu!
Diğer bir İslami prensip: Allah rızasını kazanma. Bu prensipte potansiyel olarak birçok yanlışa sebep olabilir. Birincisi, Allah’ın nasıl razı olacağı belli değil. Muğlak bir ifade. Toksik… Bu kelime neden toksik? Allah’ın rızasının ne olduğunu bildiğini zanneden şeyhlerin veya hocaların türemesine neden olma ihtimali çok yüksek. Mantıklı düşünürsek, Tanrı istese insanlara ihtiyacı olmadan da kendini razı (ne demekse) edebilir dememiz gerekir. Tanrı’nın memnun olmak için insanlara işkence etmesine veya insanları birbirine düşürmesine gerek yok. Suiistimallere çok açık bir ifade o yüzden. İnsanları başkalarına köle haline getirebilir.
Allah’ın rızası diye insana hiç olmayacak şeyler söyletip yaptırabilir. Dövene elsiz-sövene dilsiz- kıran gönülsüz gibi prensipler de var Fatih’in zulmünün tam tersi; aşırı pasiflik aşılayan bir söylem bu. Dikkatlice düşünüldüğünde bunun ne kadar çarpık bir söylem olduğu anlaşılacaktır. Dövene karşı savun ya da konuş denebilir. Derdin ne senin, neden vuruyorsun diye sorulabilir mesela. Ama dediğim gibi düşüncesizce söylenmiş dolaylı olarak Allah rızası motifli boş bir cümle.
Kader prensibi diğer bir kavram…İman ile direk bağlantılı tabi ki. Kadere İslam’daki tanımıyla inandığınız zaman şahısların sonunun baştan yazılı olduğuna inanıyorsunuz, yani cehennemlik adam ne yapsa cehennemlik, cennetlik adam ne yapsa cennetlik. Doğrusu ise insan kaderini kendi yazar. Ayrıca şans faktörü de var tabi ki. Nasıl zehirler bu kavram insanları? Cevap: İki seviyede. Birincisi kişisel. Tembelleştirir insanları... Kaderimde varsa olur diye düşünen kişi istediği sonucun gerektirdiği tüm şartları yerine getirmeyebilir. Ümitsizliğe yol açar... İstediği sonucu elde edemeyen kişi bu benim kaderimde böyle yazılıymış deyip denemekten vazgeçebilir. Zalimleştirir insanı... Kazada ölen birini gördüğünde “kaderinde varmış” deyip buna tanık olan insanlarda hissizlik oluşturabilir. Kader konusu toplum seviyesinde de problemlere yol açabilecek toksik bir kavramdır. Toplum Soma madeninde ölenleri “kaderleri böyleymiş” deyip geçiştirebilir. Yine bu türlü acı olayların yaşanmasından sorumlu kişilere yaptırımda bulunulmasının ya da tedbir alınmasına rağmen öngörülememiş bir sebepten meydana gelmişse bu hususta toplum çapında yeni düzenlemeler yapılmasının önünü kesebilir.
21 Kasım günü Osman Şimşek’in Twitter hesabından kopyaladım şu cümleyi:
“Şimdiye kadar yaptığımız işleri kendi güç, iktidar ve derin fikirlerimiz sayesinde yapmadık ki bundan sonra yapılması gerekenleri de onlara bağlayarak ümitsizliğe düşelim ve meseleyi imkânsız görelim!.."
Bu cümledeki en az üç garabeti söyleyeyim: 1) Kendi yaptıklarımızı inkar edip her şeyi Allaha bağlayalım, öyle mi? 2) Kendi derin fikirleriniz olmadığı doğru. Fikir üret(e)mediğinizin itirafı! 3) Ümitsizliğe düşmeyin çünkü Tanrı yapıyor her şeyi demek istiyor cümlenin sonunda... Topu çaktırmadan kadere atıp Tanrıyı kendisine yönelecek eleştiri oklarının hedefine koyuyor. Zekice(!), değil mi? Uyuşturucu değil mi söyledikleri? Haşhaş? Ayhan Sicimoğlu tabiriyle, galiba hastasıyız toplumca bu türlü haşhaşın 😊
Birbiriyle ilişkili diğer iki kavram sıddıkiyet ve şehitlik... Ebu Bekir’e atfedilen bir makam sıddık olmak. Bu makamı Ebu Bekir nasıl elde etti? Muhammed’in her dediğine hiç sorgulamadan inandığı için. Neden toksik? Oldukça basit… Hiç sorgulamamak yine beyni bir kenara koymayı gerektirir. Gülen muhtemelen sıddıkiyet makamı üzerine o yüzden çok vurgu yaptı ki takipçileri kendisini eleştirmeyi sıddıkiyet makamından düşmek olarak görsün. Maalesef başarılı bu konuda. Beyin kenara konunca neler olabileceğini tahmin etmek çok zor değil. Diğer bir toksik kelime olan şehitlik makamına(!) bile ulaştırabilir insanı. Şehitlik de toksik hatta narkotik bir kelime. Bu toksik kelime diğer bir toksik element olan Allah rızası ile birleşince intihar bombacılığından Uğur Mumcu, Hablemitoğlu suikastlarına ve Konca Kuriş gibi özgür düşünen bireylerin öldürülmesine kadar birçok felakete hatta iç veya dış savaşlara neden olabilen reaksiyonlara yol açabilir.
Yine İslami prensiplerin nasıl cehaletin kaynağı olabileceğine başka bir örnek vereyim. İslam kuralları yaratıcı tarafından konulmuştur ve dolayısıyla eleştirilemez ve değiştirilemez varsayımından dolayı medeniyetin ANA KAYNAĞI 571 ile 632 yılları arasında yaşamış bir kavim ve bu kavmin tartışmalı ilkeleri görülmüş. Diğer deyişle, bu tarihlerdeki diğer medeniyetler ve insanlar İslam’ın prensiplerini kabul etmediklerinden dolayı örnek olarak alınmamış ve bunların bilgi ve birikimlerinden yeterince faydalanılmamış. Bu durumun günümüzdeki yansımaları da her bir sorunda Müslümanların ilk önce kurana sonra hadislere sonra din adamlarının yazdıkları kitaplara ve içtihatlarına bakma zorunluluğu hissettirmiştir. Din adamları müessesi de bu karmaşadan dolayı ortaya çıkmış. İslam prensiplerini asr-ı saadette(!) yaşandığı şekliyle YANLIŞLARIYLA BİRLİKTE uygulamaya kalktıkça toplumda sorunlar artmış, bu prensiplerdeki yanlışlardan uzaklaşıldıkça da Türkiye daha huzurlu olmuştur. İspata gerek var mı? OHAL'in toplumsal maliyetleri raporunu okuyun o zaman.
Cehaletin kaynağı olma potansiyeline son bir örnek vereyim. İslam’ın ilk ilanından günümüze kadar gelen yazılan dini eserlere bir bakın...Bir sürü kitap yazılmış İslam’ın prensiplerini ya da peygamberinin uygulamalarını açıklamak adına. Var mı net bir çözüm? Yok. Gülen halkalar oluşturdu, zeki mollaları konuşturdu ve tartıştırdı (çoğu kamuya açık değil tabi ki bunların), evrensel kabul gören bir eseri var mı? Çözdüğü İslami bir konu var mı? Çözüm getirdiği bir global problem var mı? 20 talebesini etrafına topluyor, aynı hadis üzerinde 20 farklı kaynaktan mollarına tartıştırıyor, yine de net bir sonuç çıkaramıyor.
Yıllardır binlerce İslam alimi doğru düzgün bir çözüm üretemiyor. Çünkü aynı varsayımlar üzerine hareket ediyor ve kısır bir döngü içerisinde dünyaya Arabistan kavminin kuralları çerçevesinden bakıyor, çözümü orada, o dar çerçeve içerisinde arıyorsun. Örnek alınan kaynaklar hep aynı ideolojiden beslenmiş. İşte Abbasiler şöyle yapmış, Emeviler şöyle düşünmüş, Osmanlı şöyle yapmış...Bir kere dünya Arabistan’dan ibaret değil ki Abbasi Emevi dönemi ölçü alınıyor. Tanrı-var ise- diğer ülkeleri ve insanları boşa yaratmış sanki! Başka ülkeler barışı nasıl temin etmiş diye fikir almak ya da onları anlamaya çalışmak gibi bir gayret yok. “Allah’ın koyduğu kanunlar” düşüncesi de diğer insanların critical düşünmesine engel oluyor.
Bu kadar örnek verdikten sonra kuşbakışı bakalım… İslami toplumlarda küçük yaşta çocukla evlenmenin yanlış olduğu rahatlıkla ifade edilemiyor, beşikteki kardeşini öldürmek normalleşiyor, ben mübarek adamım Allah benim liderliğimi istiyor denip faşizanlık meşrulaşıyor, sorular çalınıyor, bu meşrulaştırılıyor. Dinden saptı diye kadını domuz bağıyla bağlayıp öldürüp buzdolabında saklıyor. Anne babası KHK’lı diye çocuğuna iş vermiyor, pasaport vermiyor. Bu örneklerde din eksenli haksızlık, ötekileştirme, cehalet, şiddet, linç, cehalet var mı yok mu? Dünyadaki birçok gelişmiş ülkede İslam fobisinin olması normal mi değil mi? Dünyayı bırakın KHK’lılarda İslam fobisi oluştu mu, oluşmadı mı?
Devam edecek....
Dr. X