Son
dönemde okuduğum bazı yazıların tetiklemesiyle ateistlerin veya
dinsizlerin söylemlerine karşı bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bu
yazıların beni rahatsız etme nedenlerinin inançlarıma meydan okumaları
olduğunu düşünmüyorum zira benzer söylemleri daha ortaokul birinci
sınıfta dinlemeye başladım ve hala da dinliyorum. Sanırım beni asıl
rahatsız eden şey bundan ziyade ateistlerin tavırları. Bende bir çeşit
misyonerle karşılaşmışım duygusu uyandırıyor bu kişilerin söylemleri.
Amerika'da karşılaştığım bazı evanjelik misyonerler vardı. Özellikle
genç olanları gelip Kur'anla veya peygamberle ilgili belki yüz yıllardır
bir kısım oryantalistlerin tekrarladığı iddiaları dillendirir daha
sonra bunları duyunca bir anda affallayacağımı veya belki yanlış yolda
olduğumu fark edeceğimi bekler bir halde yüzüme bakarlardı. Benzer
tavırları yeni dindar olmuş selefilerde de gördüm. Kendisi altı ay önce
Müslüman olmuş veya dindar olmuş, bu arada bir kısım hadisler, ayetler
ezberlemiş sen abdest alırken gelir "brother abdest öyle alınmaz, şöyle
şöyle yapman gerek bunla ilgili şöyle bir hadis var", sonra gider namaza
durursun bu sefer gelir "brother, namazda şöyle şöyle yapılmaz veya
şöyle şöyle yapman gerekir bunla ilgili Resulullah şöyle diyor" vs. gibi
uzar gider. Adamı bozmak da istemezsin tamam kardeşim sen öyle
biliyorsan git öyle yap filan diye ama içinden de adama fitil olursun.
Bu arkadaşların durumu da buna benziyor. Bazı şeyleri bir tek kendileri
düşünmüş veya kendilerinin bu düşünceler sonucunda yaptıkları tercih
büyük bir kahramanlıkmış ve diğer insanlar aynı tercihi yapmaya cesaret
edemeyen korkaklarmış gibi bir tavırda oluyorlar pek çoğu. Mesela bir
yazar kendisinin terkettiği İslamı düzeltme görevini üstlenerek, bunun
için dindarlara İslam'ın bir insan tarafından uydurulduğunu kabul
etmelerini böylece İslam'da reform yapılabileceğini söylüyordu
(Türkiye'deki seküler kesimde genel kabul gören modernleşmek için
Rönesans, Reform, Aydınlanma merhalelerinden geçmek klişesi de geçen
haftalarda Hakan Erdem'in de belirttiği gibi hiç bir temele dayanmıyor
ama o başka bir konu). Yani bir anlamda İslam'da Reform olarak İslam'a
sadece felsefe olarak inanan birer deist veya ateist olmamızı teklif
ediyordu bize. Bizim Luther'ler de ateistlerden çıkacak demek ki.
Arkasından da Atatürk'ün haklılığından ve yıllarca dindar insanları
ordudan atan Türk ulusalcılarının toplumun genelinin iyiliğini
düşündükleri için bunları yaptıklarından vs. bahsediyordu (toplumun
şefkatli babaları diyebiliriz belki onlara). Türk ateistleri veya
sekülerleri arasında var olan son derece klişe fikirler bunlar ne yazık
ki.
Batı'da özellikle bir kısım ateistler bu tavırların
yanlışlığını görüyorlar ve bu düşüncelerini de dillendiriyorlar. Mesela
bir keresinde kendisi de atesti olan filozof Tim Crane ile yapılan bir
söyleşiyi dinlemiştim (link).
Kendisi ateistlere dindarların düşündükleri gibi cahil veya aptal
olmadıklarını ve dine ve dindarlara bakışlarını biraz daha sofistike
hale getirmelerini tavsiye ediyordu. Ben de burada bu yazıları yazan
arkadaşlara aynı şeyi tavsiye etmiş olayım bu söyleşiyi paylaşarak.
Eleştirilerimi biraz daha somutlaştırayım. İlk olarak karşılaştığım
ateistlerin çoğunluğu din dairesinin dışına çıktıkları için artık
kendilerini herhangi bir inançla sınırlandırmadıklarını ve sadece akılla
hareket ettiklerini zannediyorlar. Oysa durum bu değil zira toplumsal
kurallardan duygu ve iç güdülerimize kadar detaylı bir rasyonel
sorgulamaya tabi tutmadan doğal bir şekilde benimsediğimiz pek çok kabul
var hayatımızda. Tüm bu kabuller özünde bir inanç aslında. Mesela ahlak
kuralları, şu doğrudur bu yanlıştır gibi yargılar. Her insanın bu
türden değerleri var. Ateistler veya din dışına çıkmış arkadaşlar bu
değerleri tanrı inancını sorguladıkları gibi sorgulasalar hiç bir değer
ayakta kalamaz. Mesela bugünlerde çevre bilinci gelişiyor insanlarda.
Oysa insanın çevreye verdiği zarar objektif olarak bakılırsa çevreye
verilen bir zarar değil insanların dünya denilen gezegende hayatlarını
devam ettirmesini riske atan bir eylem sadece. Yoksa mesela dünya
gezegeninde zaten var olan CO2'in atmosfere karışması karışmamasına göre
niye daha iyi olsun? Veya atmosferinde çok miktarda CO2 olan gezegenler
daha kötüdür gibi bir yargıya neye göre varıyoruz? Ancak kendimizin
veya daha genel olarak hayatın devamını tehlikeye atmasından dolayı bu
gelişmelere kötü diyebiliriz. Peki o durumda hayat niçin özeldir?
Objektif olarak bakarsak bu da bizim hayata atfettiğimiz bir değer. En
nihayetinde dünya adlı gezegendeki karbon, hidrojen, oksijen vs atomlar
tepkimeye girip bir kısım başka maddelere dönüşmüşler, hayat dediğimiz
de bu maddeler ve onların kimyasal tepkimeleridir. Niçin bu atomların
inorganik tepkimeleri özel değil de, bir bitki formundayken tepkimeleri
çok özel olsun? Niçin bu maddelerin insan formunda olanlarının evrim
sürecinde hayatta kalma şansını artırdığı için bilinçsiz olarak rastgele
gelişen zekası (ki ne kadar gelişkin onu da bilmiyorum) çok özeldir de
yine aynı hayatta kalma şansını artırdığı için doğadaki tüm kaynaklara
saldırması çok kötüdür? Doğadaki tüm türlerin yaptığı şey de bu değil
midir? Niçin bu kaynak mücadelesinde insanların bir birine yaptıkları
şeyler iyi ya da kötü olsun? Bir arslanın hayatta kalmak için ceylanı
parçalamasını kötü olarak görüyor muyuz? Niçin dünyada neredeyse bir
işgalci tür olarak görülebilecek kadar çoğalmış insan türünün ölmesini,
aç kalmasını trajedi olarak görüyoruz da sazan balıklarının bir kısım
gölleri işgal edip tüm diğer hayatı tehdit etmesini veya ortama daha iyi
adapte olan gri sincapların kızıl sincapların neslini neredeyse tükenme
noktasına getirmesini engellemeye çalışıyoruz? Tüm bunların ötesinde
herşeyimizi içeren dünyanın ve içerisindeki 8 milyar insanın kainat
içerisindeki tüm varlığı zerre bile değilken bu gezegende hayatın
başlaması bitmesi, insanların evrim sürecinde gelişmiş iç güdüleri
nedeniyle bir birlerine yaptıkları şeyler niçin iyi ya da kötü olsun?
(Ne kadar küçük olduğumuza bakmak isterseniz: link)
Nietzsche Tanrı öldü derken aslında pek çok insanın zannettiği gibi
ateist olun ey insanlar Tanrı öldü demiyordu. Onu daha 18.yy'da
Aydınlanma filozofları söylediler (hatta Fransız İhtilali sürecinde 1794
yılında bir dönem Hristiyanlığı yasaklayıp deizmi (Mutlak Varlık Kültü)
devlet dini haline getirdiler ve tüm halka bu yeni dine tabi olmayı
zorunlu tuttular) ve Nietzsche'nin zamanına yani 19.yy sonuna
gelindiğinde artık Avrupa'da okumuş yazmış kesimlerin dinle çok da bir
ilişkisi kalmamıştı ama pek çoğu dine dayanan geleneksel değerler hala
yerinde duruyordu. Nietzsche dindarlara değil işte dinle ilişkisini
kesmiş bu insanlara sesleniyordu asıl olarak. Tanrı'yı öldürdük yani
Hristiyanlığa inanmıyoruz şimdi tüm bu değerlerimizi nasıl
temellendireceğiz diyordu. Yazının altına Nietzsche'den bir alıntı
ekliyorum burada da Nietzsche tüm felsefesinin temelini oluşturan bu
söylemi tekrarlıyor ve bu kıssanın başında asıl seslendiklerinin
ateistler olduğunu söylüyor. Daha genel olarak da felsefesinde
geleneksel ahlaki değerleri toplum için zararlı bulur, bunları
eziklerin, kölelerin ahlakı olarak tanımlar, onların yerine efendilerin
yani iradesini dayatmak için ezmekten, yok etmekten çekinmeyenlerin
ahlakını över.
Nietzsche'nin felsefesi genel olarak fazla
taraftar bulmadı zira insan doğasına aykırı bir felsefe bana göre. Fakat
diğer yandan Nietzsche modern düşüncenin kurucu babalarından birisi
oldu zira bence tüm düşünürler bir yandan humanism vs. deseler ve
geleneksel etik ilkeleri yaşatmaya çalışsalar bile göz ucuyla hep
Nietzsche'ye baktılar. Bir yandan insanlar insan olmanın gereği olarak
geleneksel değerleri benimsiyor fakat bir yandan da adamın
söylediklerinde akla yatan bir şeyler olduğunu içten içe biliyorlardı.
Ben bunlardan bir tanesine biraz daha yakından bakacağım. Ronald
Dworkin bugün liberal demokrasi olarak bildiğimiz ve tüm dünyada belirli
bir seviyede kabul görmüş olan 2.DS sonrası ideolojisinin kurucu
babalarından birisiydi. Özellikle hukuk felsefesi alanında, haklar,
ahlak, hukuk ve ahlak konularında bugün pek çoğumuzun sorgulamadan
doğruluğunu kabul ettiğimiz düşüncelerin oluşmasında büyük katkısı olmuş
bir düşünür. Fakat ölümeden hemen önce "Tanrısız Din" adında son bir
kitap daha yazdı ve ilahiyat konularına da girdi (kitabın girişinde
niyetinin bu alanda çok daha kapsamlı çalışmalar yapmak olduğunu fakat
hastalığı nedeniyle buna fırsatı olmadığı belirtiliyor). Belki artık
yaşlanmış olmasının da etkisi olmuştur ilahiyat alanına girmesinde,
nitekim kitabın sadece tek bir bölümü doğrudan hukuk konularına ayrılmış
ve kitabın girişinde ilham kaynağının Dworkin'in Bern Üniversitesi'nde
verdiği Einstein Dersleri olduğu yazıyor (link)
ama yine de asıl çalışma alanı olan hukuk ve ahlak konularından
bağımsız değil anlatılanlar. Zira Dworkin tüm kariyerinde özellikle
haklar ve haklara saygının ahlaki zorunluluğu üzerine odaklanmıştı ve
Dworkin bu konulara Nietzsche'nin tam tersi şekilde son derece insan
odaklı yaklaşıyordu (yani Nietzsche'nin eziklerin veya kölelerin ahlakı
diyerek yerdiği şekilde). O halde bu bakışını bir yere dayandırması da
gerekiyordu aksi taktirde Nietzsche niye haksız olsun söylediklerinde?
Mesela niçin tüm insanlar eşit olmalıydı? Niçin çoğunluğun faydası için
bir kısım bireyler feda edilemezdi? Niçin bireylerin hakları
çiğnenemezdi? Aydınlanma filozofları (Locke, Kant vs.) bu sorulara Tanrı
tüm insanları eşit yarattığı için gibi cevaplar veriyorlardı ve
onlardan etkilenen ABD devletinin kurucu metinlerinde de bu şekilde
geçiyordu hakların kaynağı. Fakat Dworkin şahsi olarak bir tanrıya
inanmadığı için kendisi gibi ateistlere de hitap edecek daha kuşatıcı
objektif bir kaynak arıyor bu kitapta. Ve bu kaynağı da kitabın adında
ifadesini bulan tanrısız bir din olarak tanımlıyor, zira kendisi ateist
olsa da insanın kainatta özel bir yeri olduğuna ve kainatta bizden daha
büyük bir anlam olduğuna inanıyor. Bu inancı da bir din olarak görüyor.
Dahası bu bakış açısının sadece kendisine ait bir bakış açısı olmadığını
pek çok ateistin de inançlarını bir çeşit dindarlık olarak gördüğünü
söylüyor. Mesela kitabın ilk bölümünde Einstein'ın ateist olmasına
rağmen koyu dindar bir insan olduğunu söylüyor ve örnek olarak onun şu
sözüne atıf yapıyor: "Tecrübe edebildiğimiz herşeyin arkasında aklımızın
tam olarak kavrayamadığı ve güzelliği ve ihtişamı bize ancak dolaylı
olarak ve zayıf yansımalarla ulaşan birşeylerin olduğunu hissetmek, işte
bu dindarlıktır. Ve bu anlamda ben dindar birisiyim."
Aslında
adına dindarlık demeseler de pek çok ateist derneği de kendi dünya
görüşlerini bir "inanç sistemi" olarak tanımlıyor (İsmini humanist
association olarak koymuş pek çok ateist derneğinin sitesinde
bulabilirsiniz bu tanımı).
Buraya kadar yazdıklarım ateistlere
veya daha genel olarak dinsizlere karşı en temel eleştirimi oluşturuyor.
Ben şimdiye kadar tümüyle hiç bir değere inanmayan bir insanla
karşılaşmadım ki bence belirli değerlere sahip olmak insanın iki göze,
iki kulağa, iki ayağa sahip olması kadar insani bir şeydir. Tüm
ateistler Dworkin, Einstein veya benzerleri gibi kendilerini tanrısız
bir dinin müminleri olarak tanımlamıyor olsalar da hemen hepsi
kendilerini humanist ve humanismi de bir "inanç sistemi" olarak
tanımlıyorlar. Fakat Nietzsche'nin ortaya koyduğu gibi aslında "Tanrı'yı
öldürdüğümüzde" artık ateistlerin de inandığı tüm bu değerlerin ve
anlamın dayanacağı temel ortadan kalkmış ve Nietzsche'nin gelişini haber
verdiği karanlıktan, hiçlikten, anlamsızlıktan, değersizlikten,
amaçsızlıktan başka bir şey kalmıyor ortada.
Buradan varacağım
sonuç o halde ey ateistler gelin ve Tanrı'ya iman edin değil ama bu
nihilist yaklaşım karşısında ister ateist olsun, ister belirli bir dinin
inananı olsun, inançlı insanlar çok da farklı bir durumda değiller bana
göre. Oysa ateistler dindarlara karşı nihilizmi kullanarak kendilerini
haklı çıkardıklarını düşünüyorlar ama hemen sonrasında sanki o durumda
kendi değerlerinin bir anlamı varmış gibi dönüp bir de kendi
değerlerinin üstünlüğünü savunabiliyorlar. Mesela bazen bakıyorum bir
ateist dinle ilgili bir söylemin anlamsızlığını dünyanın kainat
içerisindeki önemsizliği üzerinden ispatlamaya çalışıyor. Mesela bir
hocanın verdiği fetvayla Andromeda Galaksisi'ni de kapsar mı gibi,
kendince söz konusu inancın büyük resimde bir yerinin olmadığını iddia
ederek dalga geçiyor. Fakat daha sonra başka yerde küresel ısınmaya
dindarların karşı çıktığından oysa sekülerlerin bu konuda çok bilimsel
ve humanist bir anlayışa sahip olduğundan dem vurabiliyor. Peki
Andromeda Galaksi'sinin umurunda mı oradaki veya Samanyolu'ndaki
trilyonlarca gezegenden birisinde sıcaklığın artıyor veya azalıyor
olması. Daha kötüsü kendi iddiasını esas alırsak ortada tüm bunların
umurunda olacağı bir şahıs da yok aslında. Yani karşındaki dindarın
dünya görüşüyle, inançlarıyla dalga geçmek için kullandığın argüman aynı
şekilde senin de dünya görüşünü, inançlarını, kabullerini dalga
geçilecek bir duruma düşürüyor ki yukarıda değindiğim üzere
Nietzsche'nin safça bularak dalga geçtiği asıl bakış açısı da buydu
aslında.
Vaktim olursa bu konuya devam etmek istiyorum fakat
zaten yeterince uzun olduğu için bu ilk yazı olsun. Bir sonraki yazıda
daha somut eleştirilerde bulunmaya çalışacağım dinsizlere.
-Ahmet Şeker
Kaçık Adamın Kıssası
Öğle öncesi aydınlığında bir fener yakan, pazar yerinde koşarken
durmadan “Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!” diye bağıran kaçık adamı
duymadınız mı? Oradakilerin çoğu tanrıya inanmayanlar olduğu için onun
böyle davranması büyük bir kahkahanın patlamasına yol açtı, onu
kışkırttılar. “Ne? Yolunu mu şaşırmış?” diye sordu biri. Bir başkası
“Çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş” dedi. “Yoksa saklanıyor mu?’’, “Bizden
korkuyor mu?’’, “Yolculuğa mı çıkmış?”, “Yoksa göçmüş mü?” Onlar
birbirlerine böyle bağırarak gülüştüler.
Kaçık adam onların
arasına sıçrayıp bakışlarıyla onları delip geçerek “Tanrı nerede?” diye
sordu, “Bunu size söyleyeceğim. Onu öldürdük. Sizler ve ben! Onun katili
hepimiziz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl içebiliriz? Bütün ufku
silmemiz için bize bu süngeri kim verdi? Yeryüzünü güneşin
zincirlerinden kurtarırken bizler ne yapıyorduk? Nereye gidiyor şimdi
dünya, biz nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Geriye, öne,
yana, bütün yönlere doğru sürekli batmıyor muyuz? Üst alt kaldı mı?
Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu
duymuyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok, daha çok
gece gelmiyor mu? Güpe gündüz fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrıyı
gömen mezar kazıcıların sesini hala duymadık mı? Tanrının çürümesinin
kokusunu almadık mı henüz? Evet Tanrı da çürür. Tanrı öldü! Tanrı ölü
kalacak! Onu öldüren de biziz!
Bütün katillerin katili olan biz
kendimizi nasıl avutacağız? Dünyanın şimdiye dek sahip olduğu en kutsal,
en güçlü şey bizim bıçaklarımızla kana bulandı. Kim temizleyecek bu
kanı bizden? Hangi suyla arıtabiliriz kendimizi? Nasıl bir kefaret
töreni düzenlesek, hangi kutsal oyunu icad etsek? Bu eylemin büyüklüğü
bizim için fazla büyük değil mi? Bu eyleme layık olmak için kendimizi
tanrı ilan etmemiz gerekmez mi? Hiçbir zaman daha büyük bir eylem olmadı
ve bizden sonra doğacak olan, bu eylem yüzünden şimdiye kadarki
tarihlerden daha yüksek bir tarihin parçası olacak!
Kaçık adam
burada susar ve tekrar dinleyenlere bakar: Onlar da suskundur ve ona
şaşkın bir halde bakmaktadırlar. Sonunda kaçık adam elindeki fenerini
yere atar, fener parçalara ayrılır ve söner. Sonra şöyle der, “Çok erken
geldim, daha benim zamanım gelmedi, bu muazzam olay hala gerçekleşiyor,
hala başı boş dolanmakta, henüz insanların kulağına ulaşmadı. Şimşek ve
gök gürültüsünün duyulması zaman alır. Yıldızların ışığının ulaşması
zaman alır. Eylemlerin, yapılıp bittikten sonra bile, görülmesi ve
duyulması zaman alır. Bu eylem onlara hâlâ en uzak yıldızdan bile daha
uzak ama aslında bunu kendilerine kendileri yaptılar!”
Kaçık
adamın aynı gün farklı kiliselere daldığı ve içeride Tanrı'nın ruhuna
dualar okuduğu ve dışarı sürülüp, sorguya çekildiğinde; her seferinde
sadece şu yanıtı verdiği söylenir: “Artık tüm bu kiliseler Tanrı’nın
türbeleri ve mezarlarından başka nedir ki?" (Friedrich Nietzsche, Şen
Bilim)
