Özet: Bu yazıda, Nassim Nicholas Taleb tarafından popüler hale getirilmiş olan “skin in the game” kavramı ile the cemaat ilişkisi üzerinde duracağım.
Bundan yaklaşık 4,000 sene önce, Babil kralı Hammurabi tarafından tarihin bilinen en eski ve en iyi korunmuş kanunları ortaya konuldu: Hammurabi kanunları. Bu kanunlar arasında inşaat ile ilgili düzenlemeler de mevcuttu.Bir inşaatçı herhangi bir kişi için bir bina inşa eder ve bu binayı uygun bir şekilde yapmazsa ve onun inşa ettiği bina yıkılıp sahibini öldürürse, inşaatı yapan öldürülür.
Yine aynı minvalde başka bir madde:
Eğer bina, ev sahibinin oğlunu öldürürse, inşaatı yapanın da oğlu öldürülür.
Bu, tarihin en eski kurallarından biri olan meseleye İngilizce tabir ile “skin in the game” denilmekte (maalesef düzgün bir Türkçe çevirisini bulamadım). “Skin in the game” kavramı teşviklerin ve caydırıcı unsurların dengelenmesini ifade ediyor. Yani bir kişi, eğer başkalarına zararı dokunacak bir eyleme imza atarsa cezalandırılmalı (yapanın yanına kar kalmaması). Eğer bu kişi bazı menfaatlerden pay talebindeyse, o menfaatlere zemin hazırlayacak işleri yapma noktasında elini taşın altına koymalı.
“Skin in the game” kavramının hayatımızdaki karşılıklarından biri otobanlar. Neden sayıca çok az araba otobanlarda kazaya sebep oluyor? Halbuki yüksek hızdaki çok küçük bir hareket, çok fena sonuçlara sebep olabilir? Çünkü kaza olduğunda sürücünün kendisi de ölmüş olacaktır. Çok tehlikeli araba kullanan sürücülerin çoğu ya mezarda ve yahut da ehliyetlerine el konulmuş durumda. Dolayısıyla, otobanda gördüğünüz sürücüler “skin in the game” mekanizması ile filtre edilmiş insanlardan oluşmakta. Gemisini batıran kaptan artık gemisine kimseyi alamıyor, çünkü zaten kaptanın kendisi çoktan sular altında kalmıştır.
Peki otobanda gördüğümüz bu filtreleme mekanizmasının toplumsal hayatımızdaki yeri nedir? İlkokulda ezberletilen “Osmanlı Devleti’nin yıkılış sebepleri” listesini çoğumuz az-çok hatırlıyoruzdur. Bunlardan birisi de “Padişahların artık ordunun önünde savaşa katılmaması” idi. Küçükken çok anlam veremediğim bu madde “skin in the game” kavramıyla çok manalı geliyor aslında. Aynı şekilde dünyaca ünlü komutanlardan Aleksander, Hannibal veya Napolyon’un savaşta en önde olmaları ve hatta düşman tehdidine çok açık bir şekilde (az kalkanla vs.) savaşmaları da aynı şeyi ifade ediyor. Konuşmak çok kolay, laf çok ucuz, ama insanlar (kültür-din-milletten bağımsız olarak) risk alan insanlara daha çok itimat ediyor. Ziya Gökalp’in dediği gibi “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”.
Öte yandan, sadece “skin in the game” bize ahlaki anlamda verilen kararların hak veya batıl olduğu cevabını veremez. Mesela Hanibal fildişi kulesinde oturmayıp, risk alıyor diye girdiği savaşlar meşrudur, diyemeyiz. Fakat, farz-ı muhal orduda bir askersiniz. Savaşma kararını veren kişinin, sizin kadar (veya daha fazla) bir ihtimalle vefat edebileceği bir savaşa mı güveniniz daha yüksektir (Hannibal gibi), ya da saha ile ilişkisi hiç olmayan, hatta cephenin olduğu bölgeye hiç gitmemiş, hazırladığı Power Point slaytlarıyla bu kararı veren bir bürokratın mı?
Tam da bundan dolayı, eğer bir kaptan gemiyi en son terk eden kişiyse, ona karşı saygımız doğal olarak çok çok artıyor. Ama, diyelim ki bir kısım insanlar, otobanda fiziken olmak yerine, evlerinden arabayı sürüyor olsalardı (uzaktan kontrol edilen dronelar gibi), yukarıdaki mekanizmadan söz edemezdik.
Tam da burada, “tamam da kardeşim bunun the cemaatle ne alakası var” diye soruyor olabilirsiniz. Bence çok alakası var. Tarih boyunca bu filtreleme mekanizmasının örnekleri pek çok dini yapıda, cemaat/tarikatlarda da görülmüştür. İngilizce tabir ile “The Gods do not like cheap signaling”. Yani, tanrılar sadece laf üreten ama elini taşın altına hiç koymayanları sevmiyor. Mesela dinlerin emrettiği ibadetleri düşünün (oruç, zekat, namaz vs. gibi). Bunlardan hiçbiri zahmetsiz değil. Dolayısıyla, insanlar arasında çok önemli bir yeri olan bu kavram, insanla Allah arasında da mevcut. Ayrıca komutanlarda gözlemlediğimiz gibi, en çok risk ve fedakarlık yine dini liderden bekleniyor. Nitekim, dinlerde de teşvik edilen, liderin sadece ve sadece yaptığı işleri emretmesi, herkesten çok fedakarlıkta bulunması vs vs.
The cemaat ile ilgili eleştirim tabii ki lideri konumundaki FG’nin ve The Cemaat üst yönetiminin günde ortalama yaptığı uzun tesbihat sayısının herhangi bir tabandaki insandan daha az olması meselesi değil, yani alınan “manevi” risklerle ilgili değil. Benim meselem tamamen “seküler” risklerle ilgili. Şahsi kanaatime göre The Cemaat (tabii ki başta sayın “Gülen”) bu filtreleme mekanizmasını çok profesyonel bir şekilde tamamen tersine çeviren bir sistem inşaa etmiştir. Yani, gemiyi önce ve muhakkak kaptanın terk ettiği bir sistem. Ve evet, tüm cemaat/tarikatlarda da bu problem mevcut, fakat kimse The Cemaatin eline bu konuda su dökemez(di).
Daha somut olması açısından, Çorum ilinin bilmem hangi ilçesinin dershanesini ele alalım. Diyelim ki, çok sevdiğiniz komşunuzun çocuğunu dershaneye kayıt ettiren bir mütevellisiniz. Ve bir gün komşunuz laf arasında, çocuğunun dershanede sınıfının değiştirildiğinden bahsetti ve sizden bu konuda yardımcı olmanızı istedi. Eğer bu durum “normal” bir dershanede olsaydı, dershaneye gider, müdür yardımcısıyla oturup bir bardak çay içer, ve durumu sorardınız. Müdür yardımcısı da -ne kadar haksız ve yanlış bile olsa- size bir şekilde gerekçe sunardı. Ama “The Cemaat” dershanesinde işler biraz daha farklı işliyor. Müdür yardımcısına aynı şekilde soruyu ilettiğinizde, başka hiçbir yerde alamayacağınız bir cevap alıyorsunuz:
Abiler böyle uygun görmüşler.
Mealen, “Hocam burada ne size -haşa- ne de bana söz hakkı düşmez, çünkü meselelere vakıf abiler istişare etmişler ve bu kararı vermişler. Dolayısıyla bize düşen bu karara uymaktır ve vazifemiz olmayan meselelerle kafamızı meşgul etmemektir.” Hesap verilebilirliği ortadan kaldıran bu kelimenin (abiler), 1984’te George Orwell’in kullandığı “Big Brother”la aynı anlama gelmesi de işin ironik bir tarafı.
Adana’da bir öğrenci yurdu
Tabii burada verdiğim örneği küçümseyebilirsiz. Biraz daha büyütecek olursak, bir tane de Süleymancı cemaatinden örnek verelim. 29 Kasım 2016 tarihinde gazetelere şöyle bir haber yansıdı.
Adana’nın Aladağ ilçesinde ortaöğretim öğrencilerinin kaldığı kız öğrenci yurdunda çıkan yangında 10 öğrenci, 1 küçük çocuk ile 1 eğitmen yaşamını yitirdi, 24 öğrenci yaralandı.
Eğer bu yurt “normal” bir yurt olsaydı, bu yurdun yöneticilerine, sponsorlarına ve buraya yurt yapımına izin veren bürokratlara hukuk karşısında hesap sorulabilirdi. Ama burası bir Süleymancı yurdu, dolayısıyla burada durum biraz daha farklı. Televizyonda, bu yangınla alakalı yapılan bir tartışma programına kamuoyunda bu cemaate yakın olan bir kişi katılıyor ve “buraya yurt yapılmasına devlet izin verdi kardeşim” diye ahkam kesiyordu. Sunucu Süleymancı cemaati ile alakalı bir soru sorduğunda ise “Ben sadece bu cemaatin bir sempatizanıyım” diye cevap veriyordu. Hadi diyelim ki buraya “hasbelkader” müdür olarak atanmış insanlardan da hesap sorulması mümkün. Ama peki, cemaat hiyerarşisinde sorumlu olan kişiden nasıl hesap sorulabilir? Tabii ki sorulamaz, çünkü öyle bir kişi yok. Yani hakikatte var, ama kağıt üstünde burası da “normal” bir yurt, olsa olsa Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin öğretilerinden ilham alan bir kısım insanların kurduğu bir yurt. Ama çok muhtemeldir ki, bu cemaatin mensupları yurtlarına öğrenci toplarlarken, cemaatlerinin ne kadar da ahlaklı insanlar yetiştirdikleri, Allah’ın kelamını en iyi öğreten cemaat olduklarından bahsediyorlardı. Yani güzelliklere gelince “bu bizim cemaatimiz”, kötülüklere gelince “binde birini bile tanımam” mantığı.
Cemaatlerin bu muhteşem tasarımını anlatan biri şu örneğini vermişti:
Gözünle görüyorsun, önünden akıyor, fakat elimle bir tutayım dediğinde kayıp gidiyor. The cemaatin kurucusu ve CEO’su olan Fethullah Gülen, bu tasarımını kendi şahsında nirvanaya taşımayı ABD’ye yerleşerek başardı. Düşünün ki, T.C.’nin en kilit kurumlarında (TSK, Aselsan, Tübitak, HSYK, Emniyet İstihbarat vs.) bir yapılanma kurmuşsunuz. Ve bir an devlet dönüp “Kardeşim burada senin adamların varmış, bu ne iştir?” diyeceği zaman, dünyada T.C.’nin en elinin yetişemeyeceği bir ülkedesiniz. 17-25 Aralık ve hatta 15 Temmuz gerçekleşiyor, ne hikmettir ki başta FG olmak üzere The Cemaatin en ileri gelenleri gemiyi en önde terk ediyor. Ne acıdır ki en arkada, hamileler, çocuklar ve yaşlılar kalıyor.
The cemaatin propagandacılarından biri olup da 15 Temmuz’dan önce yurtdışına “hicret” etmişlerden birisi, Seyyit Kutupla ilgili şu anekdotu paylaşmıştı.
Büyük müfessir Seyyid Kutup, 20. yüzyılın firavunu Nasır tarafından idama götürülürken, kardeşi Emine Kutup’la karşılaşır. “Dayanacağız kardeşim” der, “Dayanacağız.”
Bunu, The Cemaatin şu anki durumuyla karşılaştıran kişi gözünün önündeki apaçık hakikati es geçiyordu: Seyyid Kutup, bu sözleri ölüme götürülürken söyledi. Halbuki FG, klimalı salonunda, yanına limon ilave edilmiş çayını yudumlarken sabredin mesajları veriyor. T.C. devleti ile girilen savaşta mağlub olan The Cemaatin tabanı per-perişan oldu, peki FG’nin ve The Cemaatin ileri gelenlerinin hayatında nasıl bir etkisi oldu bu savaşın? Tabii ki etkinin değeri sıfır değil, ama anlatmak istediğim Anadolu’daki bir dershane öğretmenine kıyasla yok denecek kadar az. Peki, bu savaşta galip gelinse idi, elde edilen ganimetler kimlerin hayatını hangi oranda değiştirecekti? Bu arada tabii ki devlet ile girilen savaş tabana hiçbir zaman tam olarak izah edilmedi, ama bu ayrı bir mesele
Sonuç
Bu yazıda The Cemaatin ve dolayısıyla FG’nin icraatlarının meşru olup olmadığından bahsetmiyorum. Gerçi bence devletin önemli yapılarındaki the cemaatin kurmuş olduğu GİZLİ yapılanma gayri-meşrudur, ama anlatmak istediğim bundan tamamen bağımsız. Anlatmak istediğim, The Cemaat adlı bu kült yapının “adanmış” mensupları hariç, Türkiye halkının çoğunun The Cemaate ve dahi FG’ye saygı duymamasının altında yatan sebeplerinden birisi kaçak güreşmeyi cemaatinin karakteri haline getirmiş olması. Nitekim düşmanın bile mert olanı makbuldür.
Berk Ateş