Dün bir arkadaşım ile Minnesota’daki gösterilerde çevreye zarar verilmesini, yağmalanmasını konuşuyorduk. Arkadaşım dedi: “Hacı, gerçek niyetleri ortaya çıktı!” Kendimi düşündüm... Vaktiyle ben de Gezi olayları zamanında böyle düşünmüştüm. Çevreye zarar başladığı an, artık Gezi meşruluğunu kaybetmişti benim için. “İlk bir hafta destekledim ama…” tayfasındandım. Geziye katılan arkadaşlarım da olduğu için, asla fanatik bir gezi karşıtı değildim ama tarihin yanlış tarafındayım.
Gezi’deki hatalı duruşumu fark ettikten sonra, sebepleri üstüne kendimce düşündüm. Bir müddet, bunun dindarlık kodlarımdaki devleti kutsamadan kaynaklandığı kanaatine vardım. Ama sonra fark ettim ki Amerika’da da Güney Kore’de de yağlamama başladığı an insanlar ciddi mesafe koyabiliyor. İslam’la alakası olmadığı halde şiddeti sevmeyen ve itici bulan çok fazla insan var. Sonradan vardığım kanaat, çevreye zararı itici bulmak bir tepki olduğu gibi, bunu tasvip etmek de bir tepki türü.
Bence çok büyük sorunlar için ayaklanırken bile çevreye zarar vermeye iyi niyetli insanların tepkisi, kendisini uzaklaştırması bir yerde anlaşılabilir. Ama herkesin tepkisi bu yönde değil. Bunun da farkında olmak lazım. Bir noktadan sonra “madem bizi dinlemiyorsunuz, biz de şiddete başvururuz. Canımıza tak etti” diyebilirmiş insanlar, bunu öğrendim. Çevreye zarar verilmesini yanlış bulmakla birlikte aşırı önemsediğimizi düşünüyorum. Özgürlüklerini elde etmek için, kemikleşmiş problemlere karşı mücadele ederken, sırf içlerinden bir grup çevreye zarar veriyor diye meşruluğunu kaybetmez. İnsanlar yıllarca ezilmişler, susturulmuşlar. Çok tepkililer. En itidalli tepkiyi vermediler diye “sizin hak mücadeleniz artık gayr-ı meşrudur, ben sizinle durmam” demeyi yanlış buluyorum. Bir sorumlu aranacaksa, bu sorumlu yıllardır sistematik baskıya devam eden otoritedir. İşin ironik taraflarından birisi, ılımlı olmayı ilke olarak benimseyen kitlenin, savaşı yüceltip, ölen şehitlere büyük saygı duyanlarla aynı kişiler olması. Çevreye zararı, insana verilen zarardan daha fazla önemsemeleri.
Tarihte yıllarca haklarını arayıp, otorite olanlar umursamadığı için şiddete başvuran insanların örneği çok. Bana en ilginç gelen gruplardan birisi süfrajetlerdir (suffragette). Süfrajet hareketi, kadınların oy kullanması için mücadele eden kadınlardan oluşuyordu. 1800’lerin sonlarında ortaya çıkmışlardı. İngiltere’de yaklaşık 50 yıllık bir sivil itaatsizlik, mecliste tepkilerini dile getirme, ölüm oruçları, kendilerini demir yollarına bağlama gibi yöntemlerle mücadele ediyorlar. Bunun karşılığında medyada dalga geçiliyor, polisten dayak yiyor, tacize maruz kalıyorlardı. Hükümetin eylem eksikliğinden bıktılar ve iyice militanlaştılar, giderek şiddet kullanır hale geldiler.
1913'te öncü süfrajetlerden Christabel Pankhurst şöyle yazdı: "Erkekler patlayıcı ve bombaları kendi amaçları için kullanırlarsa savaş derler. Sonra diğer insanları yok eden bir bomba atarlar şanlı ve kahramanca. Bir kadın neden erkeklerle aynı silahları kullanmasın?". Devamında, kadınları bombalama eylemi yapmaları konusunda örgütledi. İnsan veya bir hayvan öldürmeme konusunda çok hassaslardı. Süfrajet gazetesine göre, 1913-1914 arasında 300'den fazla kundaklama ve bombalama olayı gerçekleştirildi.
Bombalama, mülke zarar verme her ne kadar yanlış bir şey olsa da, bir suçlu aranacaksa, hakkını yıllarca barışçıl yollardan aramalarına rağmen, bu insanlara kulak tıkayan yetkilileri ilk önce suçlarım. Süfrajetler kendileri de biliyordu bombalamak, yangın çıkarmak yanlıştı. Ama olayları bütün olarak değerlendirdiğimde kendimi çok net süfrajetlerin yanında görüyorum.
Bu açıdan, Minnesota’daki eylemcilerin Polis binasını ateşe vermesini, çevreyi yağmalamasını da birikmiş bir tepkinin patlaması olarak görüyorum. Polis zorbalığına karşı yetkililer yıllardır sessizler. Kulak tıkadılar. İnsanlar devlet eliyle katledildiler. Ilımlı yoldan tepki vermediler diye göstericilerin karşısında durmak, art niyetlilik değilse eğer aşırı naiflik olarak görüyorum. Şimdi de bizim istediğimiz ölçülü tepkiyi vermiyorlar diye desteğimi çekmem. “Orta yolu bulma” gayreti bir yerden sonra iyice can sıkıcı olmaya başlıyor. Dahası bu tutum baskının, zulmün yanından yer almaya gidiyor. Gezi eylemleri benim için en tanıdık örneklerinden birisidir.
Yazımı, zencilerin hak savunucu önderi ve aktivisti Martin Luther King’in Birmingham Hapishanesi’nden yazdığı mektuptan bir paragrafla bitiriyorum:
Öncelikle itiraf etmeliyim ki, son birkaç yıl içinde ılımlı beyaz hakkında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Pişmanlık verici şu kanaate vardım neredeyse: Siyah’ın özgürlüğe doğru ilerlemesinin önündeki büyük engel Beyaz Vatandaş Konseyi veya Ku Klux Klan (Beyaz ırkçı bir topluluk) değil de ılımlı beyazlardır. Adaletten daha çok “düzene” adanmış; gerginliklerin olmadığı olumsuz bir barışı, eşitliğin hüküm sürdüğü olumlu ama gergin bir barışa tercih eden; sürekli olarak, “hedefinizle hemfikirim ancak doğrudan eylem yönteminizi benimsemiyorum’’ diyen; babacan bir anlayışla, kendinde başkasının özgürlüğü için doğru zamanı tespit yetkisi olduğunu düşünen; zencilere tekrar tekrar ‘’daha uygun bir anı beklemeleri’’ öğüdünde bulunan ılımlı beyazların engel olduğu sonucuna vardım.
Enes Gökçe
Twitter: @EnesGokce01
