Üç Yol, İki Savrulma, Bir İstikamet

Leopold Weisd Yahudi bir ailenin çocuğuydu. 22 yaşında İslam kültürüyle tanışmış, Kur'an'ı tetkik etmiş, hem aileden aldığı Yahudi teolojisiyle hem de içinde yaşadığı Hristiyan batı dünya görüşüyle kıyaslamıştı. 4 yıl Filistin, Mısır, Suriye, İran, Afganistan gibi ülkelerde dolaşmış, gözlemlerde bulunmuş ve 26 yaşında yoğun tefekkürler sonunda Müslüman olmuştu. 1926'dan vefat ettiği 1992'ye kadar içinde doğup büyüdüğü Avrupa'nın değil Müslüman doğunun bir ferdi, bir entelektüeli, üstelik çok önemli bir düşünce ve aksiyon adamı olarak yaşayan Muhammed Esed'den bahsediyorum elbette.  

Esed “Mekke'ye Giden Yol” isimli kitabında Viyana'dan, Frankfurt'tan, yani Avrupa medeniyetinin göbeğinden Kâbe'ye uzanan ihtida serüvenini nefis bir üslupla anlatır. Harika tahlillerle ve  mukayeselerle müthiş gözlem ve analiz yeteneğini gözler önüne seren mükemmel bir eser olduğunun altını çizmek istiyorum. Kitabı okumakta benim gibi geç kalmış olmayanlar zaten bilirler; okumamış olanlara da daha fazla gecikmemelerini tavsiye ederim. Yazımın amacı kitabı tahlil değil sadece Esed'in çocuğu olduğu medeniyetle sonradan mensubu olduğu dünya görüşü arasındaki muhakemesine birkaç cümleyle dikkat çekmek istiyorum. Önce de belirttiğim gibi Leopold bir Avrupalıydı ve Yahudi bir ailedendi. Yahudi ilahiyatına ve İbranice'ye hakimdi. Bunun Arapça'yı öğrenmesine ve İslami müktesebatı tetkikine olumlu katkısının olduğu muhakkak. Anlattığına göre Müslüman olmadan önce de İsrailoğullarının seçkinciliğe, hatta Tanrı'yı bile millileştirmelerine dayalı diyanetleri onu hiç bir zaman tatmin etmemiş. Siyonistlerle olan tartışmalarını da kaydediyor zaten. Onun asıl mukayesesi ismi ne olursa olsun dünyayı kerih görüp boş veren mistik anlayışla buna tepki olarak yükselen materyalist dünya görüşü ile tam bir denge vaaz eden İslam hayat tasavvuru arasındadır. Birbirinin zıddı gibi görünen ancak bir yerde birbirini besleyen bu iki savruluşla İslam’ın mutedil, insanın fıtratındaki dünyevi tarafın yok sayılmadan hesaba çekileceği bilincinin kendisine yüklediği sorumluluk duygusuyla dengelendiği  istikametininçarpışması temel mevzudur.

Esed'e göre Avrupa medeniyeti Roma'dan tevarüs ettiği materyalist geleneği, Hristiyanlığın doğuştan getirilen asli günah ve bundan arınma çabası düsturuyla birleştirerek bir tasavvur geliştirdi. Roma medeniyeti zaten materyalist bir tasavvur üzerine inşa edilmişti. Hristiyanlık öğretisi de dünyayı tamamen çirkin, iğrenç, ve soyutlanılması gereken bir alan olarak gördü. Belki bir yerde bu materyalist Roma felsefesine bir tepkiydi. Ancak Hıristiyanlığın bu tutumu  aynı şekilde materyalist felsefeyi de tetikledi. Çünkü insanın dünyevi, sosyal bir tarafı vardır. Eğer bu tarafı nizama sokmak yerine yok sayarsanız, hatta süflî görürseniz sizin bu anlayıştaki dininiz fıtratla uyuşamaz. Zaten Roma mirası üzerinde oturan batı insanı  "Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a" prensibini dibine kadar sömürüp dini toplum hayatının dışına itmenin yollarını buldu. Öyle ki reform ve rönesans dönemleri sonrasında Hristiyanlığın sosyal hayattaki yeri sembolik bir hal aldı. Hint mistisizminde de gördüğümüz dünyayı ve dünyevi olan her şeyi çirkin, bayağı, aşağılık gören anlayış birtakım ekonomik ve sosyal ilerlemelerle birlikte  dini yok sayan, bireysel konforu her şeyin üstünde tutan Muhammed Esed'in kendi ifadesiyle: "mabetleri büyük fabrikalar, elektrik santralleri, kimya labratuvarları, sinema ve dans salonları; hocaları da bankerler, altın babaları, mühendisler, sinema yıldızları, sanat öncüleri, feza kahramanları olan bir din" yarattı.    

İşte insanın dünyevi tarafını yok sayan mistik savruluşla her şeyi dünyevi bir materyalizm içinde algılamaya çalışan savrulma birbirine zıt ancak insan fıtratına terslik yönünden benzeşen yıkımlara yol açtılar. İslam'ın çizdiği yol ise tam bir dengeyi işaret ediyordu. 

Leopolz’ü Muhammed’e dönüştüren en önemli faktör bu muvazene anlayışıydı galiba. Zira İslam dünya ahiret dengesinde çok titiz davranmayı emreder. Bu dünya tabii ki geçicidir ama Allah'ın bu geçici alemde kalmamızı taktir ettiği zaman zarfında yaptıklarımızdan sorumluyuzdur.  Dünyanın önemsizliği fani oluşundandır. Yoksa bu geçicilik bir tür sorumsuzluk konforu getirmediği gibi bir çileciliği de emretmez. İslam bütüncül bir hayat tasavvuru inşa eder. Dünya için hiç bir şey yapmamayı değil yaptıklarını Allah'ın koyduğu ölçülere göre ve hesabını vereceği bilinciyle yapmayı emreder. Bu dengeli yaklaşım insan fıtratına da uygundur. 

Esed'in hem “Mekke'ye Giden Yol” hem de “Yol Ayrımı Noktasında İslam” kitabında yaptığı tasnif ve mukayese bana Mustafa İslamoğlu'nun Üç Muhammed eserini hatırlattı. İslamoğlu hoca da orada Hz. Muhammed algısının birbirine zıt gibi görünen ama yanlışta buluşan iki sapmasından bahsediyordu. Allah resulünü Allah'ın ona verdiğinden daha fazlasıyla sözüm ona taltif edip yücelten böylece örnek alınması imkansız insan üstü bir yere oturtan sapma, bir de onu yok sayan, Mustafa hocanın ifadesiyle, "postacı veya bir ara kablo" gibi gören sapma. Birbirine zıt gibi ama yanlışta muadil iki tutum. Allah elçisinin misyonunun hem yüceltmeci anlayıştakilerce hem de yok saymacılarca ıskalanmasının sakatlığıyla, yaşamın anlamını mistiklerin çileci boşvermişlikleriyle materyalistlerin de dünyaperestlikleriyle yamuk algılamalarının yıkımı birbirini hatırlattı bana. Muhammed Esed'e rahmet, Mustafa İslamoğlu'na selam olsun. 

-Ahmet Gürbüz Şener

@agsener

Atıfta bulunduğum kitaplar 

1- Mekke'ye Giden Yol - Muhammed Esed - Türkçesi Cahit Koytak - Insan Yayınları 16. baskı İstanbul 2011 

2 Yol Ayrımı Noktasında İslam - Muhammed Esed - Türkçesi Hayreddin Karaman - İz Yayıncılık 7. baskı İstanbul 2001 

3- Üç Muhammed İki Tasavvur Bir Gerçek - Mustafa İslamoğlu - Denge Yayıncılık 4. baskı İstanbul 2001    


Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski