Gülen Cemaati Bir Hizmet Hareketi mi? Terör Örgütü mü?


Yazının başlığını okuyunca, Cemaat mensuplarının sorulan soruya, sorunun soruluş biçimine gösterdikleri tepki ve öfkeyle, "Ne münasebet, elbette ki 'Hizmet hareketi', FETÖ bir nefret söylemidir," dediklerini duyar gibi oluyorum. Evet, “FETÖ”, bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından üretilmiş bir nefret söylemidir, buna şüphe yok. Devam edelim.

17/25 Aralık tarihinden sonra, Recep Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının yaptığı yolsuzluklar ve hatalar nedeniyle, Gülen Cemaati arasında amansız bir mücadele başladı. 2007'den sonra gizli gizli devam eden mücadelede artık silahlar çekilmişti. Daha önceki bir yazımda olayın gelişme sürecini anlattığım için burada ayrıntılara girmiyorum, linkini aşağıda veriyorum.

(https://twitter.com/Abdullah_dkul/status/1604850651065745409?s=20)

Bir yandan, 17/25'i organize eden savcılar, hakimler, emniyet müdürleri, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yer değiştirme, açığa alma, kızağa çekme, görevden alma ve tutuklama işlerine girerken, diğer yandan, toplum mühendisliği ile uydurdukları “Paralel” kelimesini bütün güçleri ile ülke gündemine yaymaya başladılar. Amaç, hedef saptırmak ve gerçek gündemin yerine başka gündemler koymaktı. Başarılı da oldular. En cahil adamların ağzında bile artık "Kim yaptı?" kelimesine “Paralel yaptı” cevabını alıyorduk.

17/25'ten 3 ay sonra yapılan belediye seçimlerinde AKP, bütün bu olumsuzluklara rağmen seçimi kazanmış ve 'Paralel' adını verdikleri yapı kaybetmişti. O günkü süreçte de, bugün gelinen noktada da, süreci cemaat adına yöneten ve bütün kararların alındığı bir heyet vardı. Hizmet mensupları o süreçte bu heyetin aldığı kararları uygulamaktan başka hiçbir şey yapmıyorlardı.

Bu heyet kimlerdi ve milyonlarca insanın hayatını nasıl etkileyen kararları nasıl veriyorlardı? Aldıkları kararların ayrıntılarını F. Gülen'e ne kadar anlatıyorlardı, olaylarda Gülen'in ne kadar dahli vardı?

O günlerde herkes, gündemlerin "Hocaefendi'den" geldiğini sanıyordu. Peki, öyle miydi? Cevaplarını ilerleyen bölümde açıklayacağız.

Adım adım 15 Temmuza yaklaşılmıştı. AKP, tüm hızıyla saldırırken, son ama en etkili vuruşun hazırlıklarına devam ediyordu. Bu arada AKP'nin Hulusi Akar, Hakan Fidan gibi öncüleri, heyetin önde gelen isimlerinden Adil Öksüz gibilerinin zaaflarını da çok iyi bildiği için onları yavaş yavaş bir tuzağa çekiyordu. Birileri, yıllarca devlet içinde bileğinin hakkıyla bir yerlere gelmiş hizmetin samimi insanlarının F. Gülen'e olan sevgi ve güvenlerini kendi kurdukları yapı adına kullanıyordu. Sonuç 15 Temmuz oldu artık, "Paralel Yapı"nın adı değişti ve FETÖ'ye dönüştü, yani Fethullah Gülen Terör Örgütü.

Fakat, yaşanan süreçte örgüte ismi verilen F. Gülen'in ne kadar dahli vardı? F. Gülen, 17/25 sonrası yaptığı açıklamada "bu işin içinde asla yokuz" demek yerine, "Bu işte dahli olanlar eğer sizden biriyse ve size danışmadan böyle bir işe kalkışmışlarsa davaya 'ihanet' etmişlerdir" deme yolunu seçmişti.

15 Temmuza dair yaptığı basın açıklamasında, uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanma talebinde bulunmuştu. "Bizim hiçbir suçumuz yok, biz masumuz" dememişti. Çünkü kendisi de çok iyi biliyordu ki, "kendisiyle birlikte bütün hizmet hareketi mensupları" bilmeden istemeden 'mahrem' denen örgütün planlarının içine çekilmişlerdi.

Cemaat müesseselerinin asıl sahipleri, hizmet tabanının oluşturduğu gücü kullananlardır. Gücü kullananlar tarafından "istişare" adı altında yukarıdan emirler gönderiliyor, aşağı tarafta ise, ne denilirse hiçbir şekilde sorgulamadan, gerekleri kayıtsız ve şartsız yapılıyordu. Yani hizmetin tabanı, yönetenler tarafından bir kukla gibi kullanıldı. Onlara, "arabalarınızı satın, faizle para çekin, bankaya para yatırın" dediler, yatırıldı; "telefonlarınıza ByLock yükleyin" dediler, herkes yükledi; "Sendikaya üye olun" dediler, üye olundu; "üyelikten çıkın" dediler, çıkıldı. Hiç kimse "neler oluyor" diye sormuyordu. Kimsenin fikrini soran da yoktu. Çünkü gündem çok hızlı ilerliyordu, kimse sonuçları kestiremiyordu. İşte "HEYET"in üyeleri bu öngörüsüzlüğü, karşı tarafa düşmanlıkta sınır tanımayacak bir şekilde kullandılar. Heyet, resmen savaş stratejisi uyguluyordu ve gelinen noktada kendilerini çok güçlü sanıyorlardı. Kaybetmeyi hiçbir şekilde düşünmedikleri için, sulh gibi bir düşünceleri de asla olmadı. Halbuki devam eden savaşta (dershaneler, banka, gazete, dergiler, okullar) kalelerini bir bir kaybediyorlardı. Yaptıkları işlere, aldıkları kararlara bir şekilde zaten işlerden elini ayağını çekmiş olan F. Gülen’i de dahil ediyorlar, ya da onun adına işler yapıyorlardı (Bankasya serimde olayı ayrıntılı anlatmıştım: https://twitter.com/Abdullah_dkul/status/1640725452829388800?s=20).

Cemaatin samimi insanlarının "sahip" olduklarını sandıkları milyar dolarlık bütçelere sahip dershaneler, gazeteler, okullar, televizyonlar, bankalar... Hizmetin hangi fertine sorsanız bu müesseseler için kollektif şuur bilinciyle, "bizim" cevabını alırsınız. Çünkü bu "sahiplenme"nin altında her bir hizmet ferdinin davaya kendilerinden bir şey katmaları vardır. Halbuki sahip olduklarını düşündükleri şeyler hakkında en küçük bir tasarruflarının bile olmadığını düşünmezler. "Bizim" sahiplenmesinin arkasında emek vardır, yardımlaşma, dayanışma vardır, burs vardır, himmet vardır. Ama oluşan bu güce müdahale yoktur, söz hakkı yoktur, soru sorma, hesap sorma yoktur.

Evet, ortada bir örgüt vardı. Cemaatin "Hocaefendi"ye kayıtsız şartsız güvenlerini, kendilerini HE'nin temsilcisi olarak gördüklerinden kullanma hakkı gören bu "HEYET", her şeyin sahibini kendileri olarak görüyorlardı, en önemlisi de para zaten onların kontrolündeydi. Bütün kontrolü elinde tutan heyet, "mahrem yapılanma" olarak anılmaya başladı. Gerçekten de bu yapılanma, bırakın dışarıdaki insanları hizmetin asıl sahiplerinin bile bilmediği bir yapılanmaydı. Başta F. Gülen olmak üzere, devlete ve milletine hizmet eden, yüzbinlerce masum Hizmet Hareketi mensupları, mahremlerin adı konulmadan kurdukları, bu örgüte bilmeden ve istemeden dahil edilmişlerdi. F. Gülen'in ise en büyük yanılgısı, en başta bizzat kendisinin kurduğu bu yapılanmanın, bu kadar kontrolden çıkacağını kestirememiş olmasıydı. Halbuki Gülen, bu yapılanmayı kurarken amacı, devleti ele geçirmek değildi. Bunu, bizzat bir zamanlar cemaatin içinde üst düzey görevlerde bulunan ve Mustafa Özcan’la yaptıkları kavgadan sonra taraf değiştirerek AKP saflarına katılan Hüseyin Gülerce, Latif Erdoğan, Ahmet Keleş gibi isimler karşı taraftan cemaate her türlü saldırıyı yapmalarına rağmen söylüyorlardı. İsteyenler konuyla ilgili yaptığım serilere bakabilirler ve bu kişilerin söylediklerini dinleyebilirler:

https://twitter.com/Abdullah_dkul/status/1619088910570688514?s=20

https://twitter.com/Abdullah_dkul/status/1617564061419573251?s=20

Bu örgüt, aldıkları kararlar nedeniyle yüzbinlerce insanın hakkına girmekten zerre çekinmediler. AKP ile girdikleri güç savaşında bu insanları ateşe atmakta tereddüt etmediler. Hizmet insanına yapılan her bir zulüm, onların mağdur duruma düşmesi bu örgütün ayakta kalması için zemin hazırlıyordu. Mağduriyetler üzerinden bulundukları konumları koruyorlar ve daha da sağlamlaştırıyorlardı. Zaten bütün olanların suçlusu da nasıl olsa karşı taraf, yani AKP olduğu için, kimse de baştan beri sorgulama gereği hissetmedi. Öyleyse ortada bir örgüt var ve bu örgüt halen daha Hizmet'in masum insanlarının mağduriyetlerinin üzerinden menfaat devşirmekle meşgul. Bir yandan "FETÖ bir nefret söylemidir"i kullanarak, diğer yandan sadece kendi tabanlarına hitap eden, bir şeyler yapıyoruz görüntüsü vermek için on binlerce dolar harcayarak düzenledikleri kültür festivalleriyle tabanlarını bir arada tutmaya çalışıyorlar. Bu arada, yüzbinlerce insan, işsizlik, hapis, açlık, sıkıntılarıyla mücadele ederken, bir yandan mahkeme günü beklerken diğer yandan üç kuruş ekmek parası kazanabilmek için inşaatlarda, pazarlarda çalışırlarken, bu insanların geçmişte verdikleri himmetleri, bursları, çalışmaları, emekleri ile oluşan gücü yönetenler, köşklerde, villalarda milyar dolarlık şirketleri yönetmekle meşguller. Kimseye hesap verme gereği de hissetmiyorlar.

"FETÖ" nefret söyleminin bitmesini asla istemiyorlar. Örgütün adının FETÖ olması, yani Fetullah Gülen’in adıyla anılması tam da istedikleri bir durum. Bu örgüt önce F. Gülen’in, sonrasında ise Hizmet'in mağdurlarının arkasına saklanıyor. Çünkü bu söylem biterse sıranın kendilerine geleceğini ve kendilerinin sorgulanacaklarını çok iyi biliyorlar. Bu örgütün devamı, mağduriyetlerin devamı ile doğru orantılıdır. Meriç'ten geçerken geri itilenler, af söylemleri, Yargıtay kararları, AYM, AİHM; bütün bu süreçler örgütün devamı için çok önemli.

Türkiye’deki sürecin bitmesi Bu örgütün mensuplarının ortaya çıkıp, 2007'den buyana yaşanan bütün olayları tüm gerçekliği ile anlatmaları ve “milyonlarca insanın bu ateşin içine atılmasındaki” iyi veya kötü rollerini açıklayarak; 

''Evet bu davaya gönül vermiş insanların hepsi masumdur, temizdir, iyi niyetlidir. Bizler onların bu saf ve temiz niyetlerini, girmiş olduğumuz güç mücadelesinde kötüye kullandık. Bir Örgüt varsa bu örgüt biziz yargılanacak ve hesap verecek birileri varsa bunlar bizleriz. Bylock'u da biz yüklettik, Bankaysa'ya para yatırmalarını da biz istedik, sendikaya üye olmalarını da biz istedik, O insanları meydanlarda biz topladık, onlara tweet'leri biz attırdık. Onlar Meriçte, Ege’de boğulurken bizler çoktan ülkeyi terk ettik. Asıl yargılanması gereken biziz, Onların bir suçu yok!'' demeleri lazım. Diyebilirler mi? Peki böyle bir şey sizce mümkün mü? 

-Abdullah Denikul

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski