Bir Davanın Enkazı

Yeniden merhabalar… İlk yazım “Serzeniş” epeyce tepki toplamış ve mit ajanı yorumları da yapılmıştı. Gerçeğim; yaşadıklarımla, hissettiklerimle sizlerden herhangi biri kadar gerçek… 

Bu kez size içimde yaşadığım duygusal ve manevi boşluklardan biraz bahsetmek, biraz dertleşmek istiyorum… Hepimiz birer tesbih tanesi gibi dağıldığımızdandır ki derdimizi anlayacak tek bir kişi bile kalmamış etrafımızda… Sosyal yaşantımın, arkadaş çevremin çoğunu cemaatin oluşturduğu bir insandım ben de. Hiçbir hobisi olmayan (görevliyseniz bir kursa bile gitme sansınız yok) tek tipleşmiş, aynı giyinen, sosyal hayatı aynı yaşayan ama farklı karakterlerdik. Yaklaşık 4 yıldır ciddi bir sosyal boşluğa düştüm tabii. Yıllarca yaşadığımız 'biz' ve kazanılması gereken 'diğerleri' fikri birkaç yıl hala devam etti zihnimde. Hala kendimi asrın müceddidinin talebesi, asrın seçilmişlerinden görmeye devam ettim, cemaat bitse de 'cemaat enaniyetimin' geçmesi uzun bir süre aldı. Herkes yapar ama bize yakışmaz ben yapmam, herkes dikkat etmez benim etmem lazım ben farklıyım, biz farklıyız mülahazası uzunca bir süre devam etti. Bu insanlarla insani ilişki kurmanın önündeki en büyük engeldi benim için. Kimseyi arkadaşın olarak göremiyor herkese potansiyel şakirt gözüyle bakıyorsun ve kendilik bozukluğuna sebep oluyordu bu durum. Kendim olamıyordum. 

Önce bu fikirden uzaklaşmam gerektiğini ve sıradanlığımı, insanlar içinden bir insan olduğumu kabul etmekle başladım işe. Sonra zaten süreçten sonra kötüleşen ve gerilen akrabalık bağlarımı onarmaya gayret ettim, affettim insanları. Birkaçına ciddi kırgın olsam da merhabamı kesmedim, küsmedim. Çok kırıldığım kişiler, günlerce ağladığım hadiseler oldu eskisi gibi değil bazı şeyler tabi ama içimde affettim en azından küsmenin ağırlığını taşımıyordum; hafiftim. 

Ve çevreme karşı daha şeffaf davrandım. Neden yargılandığımı, cemaatteki vazifemi korkmadan ve çekinmeden söyledim sorduklarında. Nasıl o zaman bu vazife benim için bir şeref idi ise hala şahsi anlamda bir yanlışım olduğunu ve gizlemem gereken şeyler olduğunu düşünmüyordum. Cemaatin mahrem kanadına hiç bulaşmadım şükür. Bu ketum yapı içerden olan benim bile; ne iş yaptığını benim bilmediğim bazı arkadaşlarımla arama mesafe koymama sebep olurken sosyal hayattaki bize olan güvensizliği tahmin edebiliyor bunun önüne geçmek için şeffaf olmayı seçiyordum. Liseden, ilkokuldan uzun süredir görüşmediğim arkadaşlarımı buldum mesela. Onlarla görüştüm, görüşüyorum. Sorduklarında anlattım başımdan geçenleri de. Hiçbiri de sırtını dönüp gitmedi şükür. Yeni bir sosyal hayat becerisi kazanma yolumda kendimi rehabilite etmeye çalıştım ve hala da çalışıyorum. 

Sosyal anlamdaki sancım ve yalnızlığım bir yana asıl gelgitleri zihnimde ve kalbimde yaşıyordum. Ben, dini bir alt yapısı olmayan ama peygamberin adı anılınca gözleri dolan bir ailede yetiştim. Namazın nasıl kılınacağına dair olan teorik bilginin dışında hiçbir şeyi ailemden öğrenmedim desem yeridir. Sadece iyi insan olmayı, dürüst olmayı, iyilik yapmayı fiili olarak görerek öğrendim. İlkokul ve ortaokul yıllarımı babamın yazın kuran kursunda camiye giderken okuyayım diye aldığı Yusuf Tavaslı yayınlarını merakla okuyarak geçirdim, içindeki hikayelere kadar ezbere bildiğimi hatırlıyorum. Sonra liseye geldiğimde kuzenim vesilesiyle Hakikat yayın evine ait tam ilmihal okudum bir dönem. Kitaba hakim olacak kadar çok okudum. Lise 1 ve 2. yılım Allah’tan delicesine korkmakla geçti; dünya boştu okula gitmemeli ibadet etmeliyim diye düşünüyordum. Tabi bunu aileme söyleyemezdim bu durum söz konusu bile olamazdı. O dönemim de öyle geçti. Daha sonra TV de keşfettiğim Mustafa İslamoğlu ile tanıştım. Tüm kitaplarını okumuş bilgisine ve hitabetine hayran kalmıştım. Meal okuyordum. Senai Demirci okuyordum. Namazım kaçmasın diye öğleden sonra derslerine yarım saat geç giriyordum. Ergenliğin de getirdiği aşırı duygusallıkla manevi gerilimin çok iyiydi ve artık Allah'ı(c.c.) çok seviyordum. Dursun Ali Erzincanlı şiirlerini ezbere biliyor oradaki sahabelerin hayatlarını tek tek araştırıyor öğreniyordum… Eksik olan dini bilgimi kendim tamamlamaya çalışıyor, tırnaklarımla kazıya kazıya yol alıyordum. Sonra üniversite 1. sınıfa geldiğimde RNK ve pırlantalarla ile tanıştım. Çok da etkilenmemiştim, açıkçası biraz da mesafeliyim. Gittiğim cemaat dershanesindeki hocam bizi götürdükleri bir gezi sırasında namazını ihmal ederek kaçırmıştı. Şok olmuş, tüm radikalliğimle cemaat hüsnü zannımı orda bitirmiştim… Yüzeysel geliyordu bazı şeyler. Cemaat evindeki görevli kişiler nasıl sabah namazına kalkamaz nasıl kalkmadığı halde üzülmezdi aklım almıyordu. Evdeki lakayt ortam beni negatif etkiliyordu. 2. sınıfta kaldığım bir ara kamp sonrası cemaate bakış acım bütünüyle değişmişti. Aradığım keyfiyeti bulmuştum. Ağlaya ağlaya 1 hafta geçirdim. Büyük abilerin sohbetleriyle cemaate bakış açım değişmişti. Artık ben de bir hizmet eriydim. Acayip mutmain bir halde eve döndüm. Artık yerimde duramıyor insanlara bir şeyler anlatmadığım ve kitap okumadığım her anı boş sayıyordum. Hiç kimsenin vazife kabul etmediği bir bölümde okumama rağmen verilen tüm vazifelere tamam dedim. Okulum uzadı, verilen ödevlerim yetişmedi ama çok da umurumda değildi, onlar dünyaya çalışıyor ben ahirete çalışıyordum. 

Sonra mezun oldum. Severek ve çok isteyerek geldiğim hatta tek tercih yaparak geldiğim mesleğimi bile yapmamayı kabul ederek bölgede kaldım. İnsanların ahiretlerini imar edecektim. İçimdeki o meslek aşkını durdurmakta özellikle çok zorlandım. Çalışmak istersem bazı kurumlarda çalışabilecektim. Ancak bazı fedakarlıklar(!) yapmam gerekiyordu. Allah’ın emri belli idi ve ben o mahrem kulvara girmek istemedim. Gizli saklı işler bana göre değildi, kalbim kabul etmiyordu ben de kabul etmedim. Hakikat İslamiyet’ti ve haram ve helaller belli idi. Hakikati yola feda edemezdim. Allah’ın emri üstündür dedim mesleğimi yapma fikrini bir kenara bırakarak bölgede yoluma devam ettim... En çok zorlandığım en fazla hayal kırıklığına uğradığım yıllar mezuniyet sonrası kaldığım dönemlerdi. Bu karanlık günler başladı sonra… Cemaat gaye-i asliyesini unuttu sanki. İman kazanma ve kazandırma davası değil miydi sahi? Bir parti trolü gibi PC basında saatler geçirdik. Bir sürü propagandaya maruz kaldık ve biz de propaganda yaptık. Dershaneler darbe vs. derken. Yerle yeksan olduk. Hem madden hem manen…Bir ‘dava’ yıkılmıştı. Hani bu ahir zamanın kutsileri bizdik? Hani kıyametten önce dünyaya İslamiyet’i yayacak hizmet hareketi idi? Ya peki ben(ve benim gibi kardeşlerim) içimdeki bu aşkı nasıl söndürecektim şimdi? İçimdeki bu kocaman boşlukla ne yapacaktım... Tam da aradığımı buldum derken… İlk 1,5 yıl sadece ağladım. İçerdekilere, yaşananlara, biten hayatlara, son bulan hizmetlere; FG dinleyerek ağladım.. Olimpiyatları dinleyerek ağladım. Çünkü bize haksızlık ediliyor, bir kıyım yapılıyordu. Kendi mahkememe, kendi gözaltı sürecime şükrederek, başkalarına üzülerek hiç sorgulamadan ağladım. Sonra madalyonun öbür yüzünü de gördüm yavaş yavaş… Biz sadece ağlıyorduk ve daha çok ağlamamız salıklanıyor; kimse sorumluluk almıyor, kimse elini taşın altına koymuyordu. Hizmette en önde olanlar(!) zahmette neden ilk fırsatta yok olmuşlardı. Başta FG’nin ve akabinde büyük abilerin de hırsları emelleri uğruna neleri acımadan harcayabileceklerini, onların da herkes gibi bir insanoğlu olduğunu gördüm. Üzülerek ve yaşayarak hepimiz gördük. Artık ortaya çıkan hiçbir gerçek beni şaşırtmıyor diyebilirim. Bu dava Allah rızası davası değilmiş maalesef diyorum artık…Dört elle sarıldığım hatta hayatımı, mesleğimi, feda etmeye hazır olduğum bir davanın çatısı üzerime çökmüş ben bu enkazdan sağ çıkamıyordum. Manevi olarak istismar edilmiş hissediyordum kendimi. İnsanın malını gasp edersin yeniden kazanır, dava açar hakkını arar. Ama dine hizmet duygusunun istismarı o kadar yıkıcı ki… Her birimizin yalnızca kendimizin bilerek katlandığı onlarca sıkıntı varken, sadece Allah rızası için dayandık belki yıllarca. Eşimizi, evimizi, kendi sosyal hayatımızı feda ederek hizmet etmeye çalıştık... Amaç Allah rızası olunca beklenti de Allah’tan olunca fedakârlığın da sınırı olmuyordu. O yüzden bunun istismarı hepsinden daha onu kırıcı benim için. Ha, yaptığımız hiçbir şeyin boşa gideceğini de düşünmüyorum zaten. Allah mutlaka mükâfatını ahirette verecektir. 

Ayağa kalkma çabalarımın en büyük destekçisi eşim oldu sağ olsun. Hep onla konuştum hissettiklerimi ona anlattım. Manevi bir ortama girmem konusunda ısrarcı oluyordu. Bir süre direndim ama sonra kabul ettim. Okuyucular adında RNK’nın başka bir koluna sohbetlere gitmeye başladım. İlk tanışırken Gülen grubundan olduğumu da söyledim. Kimse bir şey söylemedi ve yanımda bende bir reaksiyona sebep olacak bir konuşma yapmadılar. Ama aradığımı bulamıyordum. Mehmet Akar, Ali Ünal abinin ilmi derinliğini arıyordum. Genç ve dinamik kimse yoktu orta yaş insanların bir araya geldiği bir ortamdı. 20 yıldır aynı insanların bir araya gelip salt RNK okudukları bu ortam beni hiç de açmamıştı. Üniversite okuyan kimse yoktu aralarında ve okumak da biraz kerihti. Uzun süre devam ettim. Sırf bir Allah kelamı duyayım diye hala da ara ara gidiyorum. Sonra cemaate daha yakın olduğunu bildiğim Yeni Asya grubuna gittim orda da istediğim frekansı bulamadım. İnsan ister istemez kıyas yapıyor ve inkisarı hayale uğruyordu. Benim ütopyam hizmetti çünkü. Kendimi rehabilite adına sosyal olarak belli çabalara nasıl girdiysem manevi olarak da çaba içerisindeydim. Süleymanlı, Mahmut Efendi Diyanet gibi grupları lisede kısa süreli tecrübe ettiğim için bana göre olmadığını biliyordum. İçinizden bir yere aidiyet olamadan da olur dediğinizi duyar gibiyim. Zaten fıtratım gereği hayatım boyunca hiçbir şeyin fanatiği olmadım. Olmayı da doğru bulmadım. Ne bir sanatçının, ne takımın ne cemaat liderinin.. Gülen’den gelen kuru ekmekleri hiç yemedim mesela. FG yazılı kol saatlerine ilgi göstermedim. Gelen hediyelere tamah etmek içimden gelmiyordu. Edenler çoktu. Ama beni rahatsız ediyordu. FG görünce burnumun direği hiç sızlamadı. Sadece anlattığı hakikatlerle ilgileniyordum. 

Başka bir önemli mevzu da benim için (kendimde keşfettiğim diyeyim) cemaat öncesi Efendimizle(sav) kendimi manen daha yakın hissederdim ama sonrasında araya mesafe girdi sanki. Büyüğümüz(!) girmiş gibi geliyordu. (içindeyken farkında değildim tabi.) Eskisi kadar O’nu(sav) hissedemiyor ‘Ahir zaman cemaati’ havuzunun içinde kaybolduğumu hissediyordum. Bu hadiselerden sonra yine yeniden bağlandığımı fark ettim sanki. Eskilerin kulla Allah ve peygamber arasına kimse girmez dedikleri bu muydu acaba yoksa sadece bendeki tesir miydi bilemiyorum. 

Efendimizden İslam’dan zerre şüphem yoktu. Hâlâ da yok şükür. Bu bir dinsizlik propaganda yazısı da değil. Manevi savrulma yazısı. Bir düşenin ayağa kalkma çabaları. Bir yol arayışı. Kendime yakın dini bir söylem arayışı. Şimdi bir yanda Nureddin Yıldız’ın, Cübbeli Ahmet’in seslendirdiği bir dini söylem var, diğer taraftan daha reformist yaklaşımlar. İkinciye kendimi daha yakın hissediyordum. Hizmet o yüzden de çok etkilemişti beni. 

Cemaatin hakikatten kopan yanlarını ifade edenler çok kıymetliydi benim için. Eskiden beri de severek takip ettiğim ve hakikatperest olduğunu düşündüğüm Musa Hub ve Hakan Zafer abilerin görüşleri benim için önemli. Tüm negatif yorumlara rağmen Mustafa İslamoğlu hocayı hala severek dinliyorum. Sahabe hayatını Muhammed Emin Yıldırım hocadan öğrenmeye çalışıyorum. Eskisi kadar dini okumalara da iştahım kalmadı artık tabi. Darbe sonrası çok uzun süre tesbihat yapmaya günlük kitap ve Kuran okumalarına devam ettim. Hala Rnk’yı severek okuyorum. Ama içimde aradığımı bulamama hissi hala var. Hiçbir ilmihale, meale güvenerek okuyamıyorum. Bizim dini bilgi havuzumuzu öyle kendi bünyesine almış ki cemaat. Kadınlar ilmihalinden, peygamberle tarihine RNK açıklamalarına kadar her kulvarda söylenecek bir sözü vardı. Suat Yıldırım mealini çok severdim şimdi okumak içimden gelmiyor Suat hocayı. Mealde ne yanlış olabilir ki diyorum yok olmuyor. Reşit Haylamaz’ı çok sever sahabe anlatımına bayılırdım şu an okuyamıyorum. O ki Hz. Abbas’ın Müslümanlığını gizlemesini bazı mahrem hizmetlere bağlamış onların fetvasını vermişti. Kendi kulaklarımla duymuştum. Dedim ya bu cemaat yoldu yol bitti benim için ama içimdeki hakikat aşkını diri tutmaya, kulluğumu sağlamlaştırmaya gayret ediyorum. Hakikati yola feda etmemişizdir umarım. Bazen diyorum fanatik bir cemaatçi olsam kafam ne kadar rahat olurdu diye. Bu fikir sancılarının hiçbirini çekmez sonuna kadar doğruluğuna inandığım davayı hala savunmaya devam ederdim. Dramlardan nemalanan, yalnızca tweet atarak hizmet ettiğini sanan (birçok fanatik cemaatçinin de manevi kaygıları olduğunu düşünmüyorum) sadece takım tutar fanatizminde etrafa saldırarak günlerimi geçirenlerden olsam; namaz kılmasam da kendimi hizmet ettiğime ikna ederdim. 

Hala bu dünya için, insanların ahiretini de düşünerek bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyor toplumda oluşan deformasyona üzülüyorum. Ufacık bir hareket kabiliyeti kaldı içimde kendi adıma onu diriltme gayretindeyim. Hakikatte giden bir yol arıyorum kendime. Neyi nasıl ne şekilde yapmak gerektiği konusunda özellikle… Belki de hiç bulamayacağım ömrüm boyunca. Belki de ben de sadece arayacağım bundan sonra. Bir cemaate, gruba girme konusunda reaksiyon var içimde. Sütten midemize kadar yandığımızdan olsa gerek... Kendi halinde, kendi çevresiyle bütünleşmiş, sosyal anlamda kabul görmüş, uğraşları ve hobileri olan, her konuda kitap okuyan ahlaklı bir Müslüman olarak dünyada iyi işler yapmak derdim artık. Hadis ve Kuran bize yeter deyip; ahir zamanın fitneleri arasında (ki bence fitnelerinden biri de cemaatlerin İslamiyet dışında kalan batıl yanları, kendi içindeki ruhsatları) yola devam etmek en selametlisidir belki kim bilir… 

Hazan 

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski