Değişen Değerler İçin Bir 'Üçleme'



2012 - ‘Nesl-i Cedid’

Sene 2012, aylardan nisan. Shanghai’daki Pudong Shangrila Hotel’inde bir telaş hakim. Hazırlıklar ve düzenlemeler tekrar ve tekrar gözden geçiriliyor. Birazdan otele gelecek olan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi için tüm ayrıntıların mükemmel olmasına çalışılıyor. Başbakan’ın Çin’e yaptığı bu geziye 6 bakan, 4 milletvekili, çok sayıda bürokrat, gazeteciler ve 300’ü aşkın işadamı eşlik ediyor. Urumçi’den başlayan bu gezi hem Türk tarafı hem de Çin tarafı için büyük önem taşımakta.

Bir devlet erkanının yurtdışı gezisindeki en önemli hazırlık aşaması protokol çalışmalarıdır. Ne zaman nerede olacak, kiminle ne kadar konuşacak, hangi yol güzergahı izlenecek, ev sahibi ülkenin hassasiyetleri ve teklifleri gibi birçok konunun hatasız olarak konuşulması ve ayarlanması gerekir. İşte benim de burada bulunma nedenim tam olarak bu; prokol tercümanlığı ve rehberliği. Yoksa Shanghai’da tıp fakültesi okuyan bir öğrencinin bu karmaşada işi ne. Hem Çince’yi akıcı konuşmam hem ilgili tarafların hassasiyetlerini iyi bilmem hem de şimdiye kadar neredeyse tüm organizasyonlardaki çabam ve gayretlerim ile bu vazife bizzat Shanghai Başkonsolosluğu tarafından benden rica edildi. Shanghai Başkonsolosluğunun arama listesinde ilk sıralardayım. Herhangi bir organizasyonda, 19 Mayıs, 23 Nisan, bakan ziyaretleri, milletvekili görüşmeleri ve en önemlisi sağlık problemlerinde ilk arananlardanım. Bu kadar faal ve özverili olmamım ana nedeni milletime ve devletime olan sonsuz bağlılığım.

Elimden geldiğince diğer kısımlarda rehberlik ve tercümanlık yapan arkadaşlarıma da yardım etmeye çalışıyorum. Açıkcası en zorlayıcı kısım gazeteciler desem yalan olmaz. İlgili arkadaş ya bir şikayet ile geliyor ya da bir talep ile. En sonunda da sabrı taşıp rehberlikten vazgeçince başka birinin ayarlanması gerekiyor. Artık gezinin sonuna gelindiğinden ve protokol işleri hafiflediğinden gazetecilerin rehberliklerini ben almış bulunuyorum.

Herkesi otobüslere bindirip uçağa yetiştirmemiz gerekiyor. Bu kısım bile gazeteciler için bayağı bir zor. Ya birileri sigara molasını uzatmış ya birisi otel odasında birşey unutmuş ya da yazısını tamamlamaya çalıştığından birisi lobide unutulmuş. Neyse ki en sonunda hepsini havalimanı minibüsüne bindirebildim. Fatih Altaylı en öndeki tekli koltuğa yerleşti, hemen arkasındaki tekli koltuğa ise ben oturdum. Sol yanımdaki iki koltukta Ahmet Taşgetiren ve Ekrem Dumanlı yan yana. Hemen arkalarında Enis Berberoğlu ve Elif Çakır muhabbet halindeler. Sevilay Yükselir hiç kimse ile muhatap olmadan en arka sıraya doğru ilerliyor, gergin bir şeylerin olduğu aşikar. Sonradan kendi yazısı ile öğreniyorum ki, meğerse geliş uçağında Ekrem Dumanlı ile kavga etmişler. Hep bu cemaat işleri, hep...

Bu arada dönem, Ak Parti ve Gülen Cemaati’nin beraber hareket ettiği dönem. Cicim yılları sona ermiş ama açıktan bir savaş yok henüz. Hatta iki ay sonra Haziran ayında o meşhur ‘Bu hasret bitsin, dön’ çağrısı yapılacak bizzat Erdoğan tarafından.

Herkes yerlerine oturup araç havalimanına doğru harekete geçince Ahmet Taşgetiren o yumuşak ve babacan ses tonu ile bana ismimi sordu ‘Ahmet Said’ diye cevap verdim. Taşgetiren ‘Neden ailen böyle bir isim tercih etmiş?’ diyerek ikinci sorusunu sordu. Ben de ‘Ahmet, Efendimiz’den (sav) dolayı, Said ise Bediüzzaman Said Nursi’den dolayı’ diye cevap verdim. Bu cevaptan sonra yavaştan diğer gazeteciler de konuya girmeye başladılar. Neden Çin’de olduğum, hangi bölümde okuduğum, Çin’de yaşadığım zorluklar, Gülen Cemaati ile ilişkim... Herkes kendi penceresinden farklı sorular soruyordu. Sosyolojik bir inceleme öğesi gibiydim sanki. Ama istisnasız tüm sorularda saygı ve takdir mevcuttu diyebilirim.

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi terk olduğumu öğrenince, Enis Berberoğlu’nun sorusu unutamadıklarım arasındadır ‘Şimdi sen bu ülkeye tayin mi edildin?’. Benim yerime Ekrem Dumanlı cevap verdi bu soruya ‘Yuh yani Enis! Sen hala mevzuyu anlayamadın. Çocuk bu, tayin yolu ile mi gelir? Okul yöneticisi, öğretmenleri veya ülke sorumluları tayin yolu ile gelir’. Sonrasında cemaat, evler ve yapılanlar hakkında herkesin sorularını cevaplamaya çalıştım. Evdeki rutinler, yemek nöbetçilikleri, kitap okuma programları, Çinliler ile ilişkilerimiz ve hatta Çinli müslümanlar ile beraber yaptığımız Çince Kuran Meali dersleri. Dünya’nın bir ucunda karşılaştıkları bu kişi oldukça ilgilerini çekmişti. Konu evdeki nöbetçiliklere ve maklubeye gelince Fatih Altaylı direkt ‘Şimdi sen maklube yapabiliyor musun?’ diye sordu.‘Evet yapabiliyorum, keşke vaktiniz olsaydı sizin için de yapardık’ deyince Altaylı Dumanlı’ya hitaben ‘Ulan Ekrem yıllardır cemaate çekmeye çalıyorsun bizi, çocuk 10 dakikada kafaladı valla’. Yarı şaka yarı ciddi güzel bir muhabbet ortaya çıkmıştı. Fatih Altaylı’nın zekası, Enis Berberoğlu’nun merakı, Ekrem Dumanlı’nın kibri, Sevilay Yükselir’in gergin hali, Ahmet Taşgetiren’nin yumuşak ses tonu en hatırlayabildiklerimden. Havalimanına kadar bir buçuk saat süren yolculuğumuz sonrası araçtan inerken herkes ayrı ayrı başarı dileklerini iletti. Taşgetiren’in ‘Ahmet Said kardeşim, Allah yardımcın olsun, inşallah bir an önce hedeflerine ulaşırsın ve ülkeni en güzel şekilde temsil edersin’ diyerek sarılması güzel bir samimiyet göstergesiydi.

Evet dediğim gibi dönem Ak Parti - Cemaat birlikteliği dönemi idi. Her iki tarafın da dindar bir yeni nesil -Nesl-i cedid- yetiştirme amaçlarına hizmet eden kıymetli bir konumdaydım. Belki de gayet kullanışlı bir elemandım. Her iki tarafın sorumluları içten içe bir mücadeleye hazırlanırken, tabanlar birbirine uyumlu hareket ediyor ve hep beraber huzurlu bir gelecek hayali kuruluyordu. O günlerimi şöyle tarif edebilirim ‘Her uyandığım yeni gün, bir önceki günden daha aydınlık ve ışıltılıydı’.

2016 - ‘Hayatta kalma içgüdüsü’

Sene 2016, aylardan kasım. Mel’un darbe girişiminden bu yana 4 ay geçmiş. Gözaltılar, tutuklamalar, KHK’lar son gaz devam ediyor. Ufak bir ilçe hastanesi acilinde pratisyen hekim olarak çalışıyorum. Her gün acaba sıra bana gelir mi endişesi ile yaşıyorum. Aslına bakarsak darbeci bir FETÖ’cü müyüm? -Hayır. Darbe girişimi ile en ufak bir ilişkim var mı? -Hayır. Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ile milletin ve devletin hakkına girdim mi? -Hayır.

Peki endişem neden? -Adaletsizliğe uğramaktan, ortada bırakılmaktan, bana bakarken sadece bir sayı olarak göreceklerin kararından. Bir kısım cemaatin FETÖ’ye evrilmesi ile benim de terörist ilan edilmem arasında ufak bir perde var sadece. Hiç bir fikrim olmayan bir konu hakkında sorumlu tutulmam an meselesi.

O sabah işime her zamanki endişem ile gittim. İki saat geçmedi ki başhekim odasına çağırdı. ‘Tamam’ dedim, ‘Zamanı geldi’. Herkesin duyduğu cümleyi ben de o gün duydum ‘Merak etme, suçsuzsan dönersin’. Sonrasında eve nasıl gittim hatırlamıyorum. Eve girince tek hatırladığım eşimin beni görünce ‘Hayır yaa!!’ tepkisiydi. Hiç inanmamıştık, inanmak istememiştik ama oldu işte. Bizimkisi ümitsiz bir umuttu. Topladık birkaç valizi ve memlekete doğru yola koyulduk. Arabanın teybinden bir dönem sürgünde hayatını kaybeden Ahmet Kaya’nın seslendirdiği bir parça çalıyordu ‘Şu dağlarda kar olsaydım’.

Ak Partili bir bürokratın dediği gibi ‘Devlet şimdi kulak çekiyor, ikaz ediyor. Merak etme biraz zaman geçsin; göreceksin atılanların %90’ı işlerine geri dönerler. Önemli olan darbe ile ilişkili olmaman’. Acaba dediği gibi gerçekten öyle mi olacaktı yoksa devletin uyarı için çektiği kulak çeken ellerde kalacak mıydı?

15 Temmuz akşamı hastane acilinde nöbetteydim. Eşimden gelen bir mesaj ile şaşırmış ve olabilecek bir darbeye ihtimal verememiştim. İşin gerçeği ortaya çıkınca hem şaşkınlık hem üzüntü hem de inanılmaz bir anlamsızlık sarmıştı beni. Darbeye teşebbüs eden FETÖ’nün, bir dönem benim de içinde bulunduğum islami bir cemaatten çıkmasına akıl sır erdiremiyordum. Hoşgörü ve barış söylemlerinin kin ve nefrete dönüşmesi bu kadar kolay mıydı? Yaşanan acı tecrübe ile sabit olundu ki ‘Evet’.

Bundan sonrasını tahmin etmek zor değildi, başlamıştı bir kere. Herşey adım adım gelecekti. Gözaltılar, yasaklamalar, cezaevleri günleri ve ötesi. Masumiyet karinesinin tam aksine suçsuz olduğumu ispat edene kadar suçluydum artık. Tek tesellim 5 aylık hamile eşimin cemaat ile uzaktan yakından bir alakasının olmaması idi. Bir karar vermem gerekiyordu; ülkede kalıp boşluklara savunma mı yapacaktım yoksa artık istenmediğim bu toprakları terk mi edecektim. Böyle stresli anlarda beynimiz temel ve ilkel bir mekanizmasını hayata geçirir: ‘Hayatta kalma içgüdüsü’. O iç karartıcı günlerimi şöyle tarif edebilirim ‘Her uyandığım yeni gün, bir önceki günden daha karanlık ve ümitten yoksundu’.

2020 - ‘Hakkın hatırı alidir; hiçbir hatıra feda edilmez.’


Sene 2020, aylardan temmuz. Darbe girişiminden bu yana geçen koca bir 4 yıl. Cemaat tarafından ortaya konulan hiçbir geçerli savunma yok. Sadece herşeyi inkar etme stratejisi uygulanıyor. Aynen 16 Temmuz sabahı Akıncı Hava Üssü yakınlarında yakalanan Adil Öksüz ve Kemal Batmaz’ın ‘Tarla bakmaya geldim’ savunması gibi. İnkar, karşı tarafı salak yerine koyma, kendi tarafını ise kandırma stratejisi. Sorumluların hiç bir şeyi kabullenmemesi ile bunun cefasını çeken bir yığın insan. Bunlardan biri de benim işte.

Bu süreçteki yerimi ve konumumu belirten ‘Fetullah Gülen’e Açık Mektup’ yazısına gelen tepkilerden cemaatin bir analizini yapabiliriz. Bir tarafta bilerek ve isteyerek suçu işleyenler ve buna ortak olanlar mevcut (FETÖ - PDY). Genel olarak onların savunma mekanizmaları şu şekilde işliyor: İşlenen suçları tamamen inkar etme, inkar edemediklerini de normalleştirme, kişisel tehditler ile tepkilerin önüne geçme ve tepkilerin yaygınlaşmasını önleme, gerçekleri bulandırmaya çalışarak çözülmeyi engelleme ve kendi işledikleri suçlara herkesi ortak etme çabası bunlardan başlıcaları. Diğer tarafta ise Fetullah Gülen’e sevgisi dolayısıyla bir türlü ona suç ve günah konduramayan cemaat üyeleri mevcut. Onların da ‘Herkes hatalı olabilir ama Hocaefendi asla’ düşüncesi ile kendini ikna çabaları göze çarpmakta.

Diğer taraftan bir kısım medyada çıkan ‘FETÖ 4 parçaya bölündü’ şeklindeki haberlerde (link) beni de o parçalardan birinin içine dahil etme çabası ise yanlış bir değerlendirme. Ne cemaat içindeki bir reformistim ne de yeni bir oluşumun üyesi. Bir dönem bir kesim tarafından ‘ABD uşağı’ ve ‘CIA ajanı’ olarak itham edilirken şimdilerde diğer bir kesim tarafından ‘Saray beslemesi’ ve ‘MİT devşirmesi’ olarak suçlanıyorum. Olsun varsın. Bu günlerimi herkese çok tanıdık gelecek bir ifade ile şöyle tarif edebilirim ‘Hakkın hatırı alidir; hiçbir hatıra feda edilmez’. Kimsenin rönesansı ve aydınlanması benim elimde olmadığı gibi böyle bir çabam da yok. Benimkisi sadece normale dönme ve istikameti bulma çabası.
......

Son yıllarda kendi hayat hikayemde yer alan fikri değişimlerin bir örneğini sizlere sunmaya çalıştım. ‘Değişen değerler’ bize gerçeğe ulaşmanın bazen düşünüldüğü kadar kolay olmadığını gösteriyor. Bu yolda Allah istikametten bizi ayırmasın ve doğruyu bulma yolunda yardımcımız olsun.

-Ahmet Said

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski