Kutsalın Kutsal Adına Suistimali

Bu yazıya bir açıklama ile başlama ihtiyacı hissediyorum. Münferit Fikir Platformu’nun kurucularından İsa Bey ile birkaç yıl önce sosyal medya aracılığıyla tanıştık. Özellikle, eskiden Hizmet Hareketi veya Cemaat olarak bilinen yapı konusundaki görüşlerimiz birbirine oldukça benziyor. Doksanlı yıllardan itibaren yaygın medya organlarında ve akademik çalışmalarda söz konusu oluşum hakkında gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde, çoğu lehte bir kısmı aleyhte çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Ama o düşüncelerin hemen hepsi, şu son altı yedi yılda gelişen olaylar yüzünden geçerliliğini büyük ölçüde kaybetti. Cemaate ve yöneticilerine bir zamanlar yüksek sesle yapılan abartılı övgüler ve birçok kesim ve halk nezdinde duyulan güven, önce 17-25 Aralık 2013 operasyonlarıyla tersine döndü ve sonra 15 Temmuz 2016’da gelen menfur darbe teşebbüsüyle, en azından yurt içinde, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkıldı. Bu aşamadan sonra, Cemaati yakından tanıyan bazı cesur isimler, Münferit Fikir Platformu’nun dışında, Circle, Kıtalararası ve Ahval gibi birkaç mecrada ve kimileri de kendi kişisel web sayfalarında bir yandan olayları tahlil etmeye, diğer yandan yapının geldiği son noktayı değerlendirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Söz konusu değerlendirmeleri, yapıyı dışarıdan tahlil etmeye çalışan dürüst yazıların önemini küçümsemeden, son derece kıymetli buluyorum, zira bu konunun, ülkemizin halen yaşamakta olduğu büyük sosyolojik depremin en derin fay hatlarından birisini oluşturduğunu düşünüyorum. Nasıl düşünmeyeyim? Açıklanan son resmi rakamlara göre darbe teşebbüsünden bugüne, yaklaşık 600 bin kişi hakkında işlem yapılmış, 300 bin kişi gözaltına alınmış, 100 bin kişi tutuklanmış ve bunların 25 bini halen tutukluymuş. Bu rakamlar, sadece, söz konusu mesele yüzünden hayatları bir kabusa dönen yurt içindeki insanların sayısı. Bir de çoğu yurtdışında yaşayan ve Cemaate hâlâ bir şekilde bağlı olan veya sempati duymaya devam eden on binlerce insan ve yakınları var. Dolayısıyla bu platformlarda yapılan analizler, halen çok karmaşık duygu ve düşünceler içinde olduklarını tahmin etmenin zor olmadığı, diasporada yaşayan çok sayıda insanımızı da yakından ilgilendiriyor. 

Mevcut şartlar altında Cemaat problemini rahat rahat konuşmak neredeyse imkansız, hele bir de yurt içindeyseniz bu hiç kolay değil. Zira menfur darbe teşebbüsünün ardından dört yıl geçmiş olmasına rağmen sorun hâlâ, kızgın bir demir parçası gibi dokunan herkesi yakıyor. Bu karmaşık problemin açtığı maddi ve manevi yara o kadar derin ki sorunla bir şekilde ilgili olmayan hemen hiç kimse yok ve ne söylerseniz söyleyin mutlaka birilerinin inancına, ideolojisine, hassasiyetine ya da ayağına basmış oluyorsunuz ve hışmını üzerinize çekiyorsunuz. Bir de kişilere, cemaatlere ya da partilere hoş görünmek için değil de doğru bildiği prensipler adına konuşmaya çalışanlardan birisiyseniz işiniz tabiri caizse doğrudan Allah’a kalmış demektir.

Münferit Fikir Platformu ve yukarıda sözünü ettiğim diğer mecraların, daha çok Cemaat üyeleri ya da sevenleri tarafından takip edildiğini biliyorum, tabi bunların yanında haklı veya haksız gerekçelerle bu oluşumdan hiç haz etmeyenlerle entelektüel ya da akademik nedenler yüzünden takip eden az sayıda insanı da unutmamak gerek. Baştan belirtmek isterim ki bu yazının öncelikli muhatabı, kurucusu da dahil olmak üzere söz konusu yapının tepe yönetimidir. Yaşanan bunca hadiseye rağmen hâlâ camia içinde kalmaya devam eden ya da yapı ile arasındaki gönül bağını koruyan veya koparamayan ya da kafa karışıklığını gideremeyenler ise ancak ikinci dereceden muhataplardır. Burada dile getireceğim düşünceler, ki bunlar yapının tepe yönetiminin sahip olduğu zihniyetin ağır bir eleştirisi mahiyetindedir, ne geniş anlamda bu camiaya muhalif olan diğer tüm kesimlerin her düşüncesini, ne de evrensel hukuk ilkeleri açısından hemen hiçbir anlam ifade etmeyen gerekçelerle terör örgütü üyesi olmakla suçlanan yüzbinlerce masuma reva görülen eziyetleri onayladığım anlamına gelmez. Burada yapacağım eleştirilerin, masumlara yapılan eziyetleri haklı gösterecek şekilde yorumlanması, ancak bir art niyet ifadesi olabilir ve varlığına engel olamadığım böyle bir suiistimal ihtimali, bana göre, söz konusu eleştirilerin işaret ettiği hayati konulara kıyasla daha az bir öneme sahiptir. 

Ülkemizde, ne yazık ki bu yapıya atfedilen gerçek suçlara bizzat karışmış insanların sayısı, sanki hakikaten yüzbinlere ulaşmış gibi sosyolojik bir travmaya dönüştürülen bu korkunç probleme hukuken yanlış bir noktadan başlandığını ve maalesef bu vahim hatanın ısrarla sürdürüldüğünü ifade eden saygın ve cesur hukukçular, millet vekilleri, köşe yazarları, entelektüeller var. Aklı selim bu insanların sayısı maalesef çok değil ve seslerini ana akım medyada duyuramıyorlar, ama söyledikleri vicdanlarda yer ediyor ve tarihe iz bırakıyor. Onların ifade ettiği şey üç aşağı beş yukarı şu: bir suç teşkil etmeyen Cemaat üyeliği ya da sempatizanlığıyla Cemaatin içinde ayrı bir katman oluşturan ve birtakım suçlara karışmış bulunan paralel devlet yapılanması (PDY) ve bunun bir adım ötesinde daha derin ve daha gizli bir yapılanma olarak darbe teşebbüsüne kalkışan veya karışan silahlı terör örgütü (FETÖ) üyeliği, hukuken birbirine karıştırılmış durumda. Ülkemizde yaşanan diğer darbeleri veya darbe teşebbüslerini gerçekleştirenlere terör örgütü üyesi denmediği halde 15 Temmuz faillerine terör örgütü denmesinin ne kadar doğru olduğu gibi bu yazının sınırlarını aşan hukuki soruları bir kenara bırakarak belirtmek isterim ki ben de kişisel olarak söz konusu olguyla ilgili maddi gerçeğin bu olduğuna ve dolayısıyla bu büyük probleme o şekilde bakılması gerektiğine inanıyorum. Kanaatim odur ki PDY ve FETÖ denen oluşumlar tarafından işlenmiş suçlardan mağdur olmuş kişilerle, bu suçların içinde bilerek ve isteyerek yer almadıkları halde, Cemaat yöneticileri tarafından dini ve milli duyguları suiistimal edilerek, oluşumun geniş, yasal ve görünür yüzü şeklinde kullanılan, insan gücü ve mali kaynak biçiminde sömürülen ve devletimiz tarafından, maalesef, terör örgütü üyesi olmakla itham edilerek ağır mağduriyetler yaşayan çok sayıda insanımızın hakları, aynı anda, ancak böyle bir perspektifle korunabilir. Fakat ne acıdır ki aradan geçen dört yıla ve hayatları kararan yüzbinlerce insanın yürekleri parçalayan feryatlarına rağmen ne hikmetse bu aklı selim ne Cemaat muktedirleri ne de siyasi iktidar tarafından bir türlü hüsnü kabul görmüyor. Arap saçına dönüşmüş bu problem, bir yandan gerek Cemaat gerekse iktidar statükosunun devamına ve suçlu ile suçsuzun birbirinden ayırt edilememesine neden oluyor, öte yandan, iktidar ve muhalefetiyle siyasi çevrelerde, kişisel, oligarşik, politik veya ekonomik çıkarlar peşinde koşanlarla, mevcut konum, kazanım ve avantajlarını kaybetmek istemeyen Cemaat seçkinlerinin işine yarıyor. 

Bu yazının amacı, yapıya atfedilen suçların işlenip işlenmediğini hukuki deliller sunarak ispatlamaya çalışmak ya da hangi suçun hangi cezayı gerektirdiğini tartışmak değil, zira ne ben bir savcıyım ne de bu yazı bir iddianame. Cemaate, daha doğrusu Cemaati yönetenlere yönelteceğim eleştiriler temelde ilkesel itirazlardır ve bu itirazların mevcut güç dengesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Üstelik, mevcut siyasi durumun çok uzun bir süre daha sürdürülebilir olmadığını görmek için çok keskin bir zekaya sahip olmaya gerek yok sanırım. Burada belli bir açıdan yaklaşmaya çalışacağım, yapıyı yönetenlerin zihniyetine yönelik ilkesel eleştiriler, aslında on yıllar öncesinden beri yapılıyor. Bugün yeni olan şey, yıllardır sadece entelektüel eleştirilere konu olan ve daha düşük bir tonda dile getirilen hususların, ne yazık ki epey bir zamandır somutlaşmış vahim kriminal boyutlara ulaştığının son beş-altı yıllık süreçte su götürmez bir biçimde ortaya çıkmış olması. 

Cemaat tarafından yönlendirilmeye devam ettiği halde herhangi bir suça karışmamış, yurt dışındaki insanlara yapabileceğim en somut eleştiri, ilkesel düzeydeki sorgulamalarını derinleştirmeleri gerektiği olacak. Bu insanların çoğu, yapı adına işlenen gerçek suçların boyutlarını ve maddi delillerini bilmiyor ve bunlara inanamıyorlar. Çok sevdikleri ve güvendikleri insanların kendilerini aldatmış olabileceğine ihtimal vermiyorlar. Çoğunun yanıldığı temel nokta burası. Öte yandan geçimlerini sağlamak için yapının yurt dışındaki kurumlarında çalışmak zorunda olan bu insanların hemen hepsinin elinin kolunun bağlı olduğunu, ömürlerini adadıkları bu işten gerek zihinsel gerekse maddi anlamda çıkıp yeni bir hayat kurmanın ne kadar zor olduğunu da gayet iyi anlıyorum, hele bir de kendi devletlerinin soruna gösterdiği bu, bir anlamda onlara başka hiçbir makul seçenek bırakmayan yaklaşım ortadayken. Devletimizin, isteyerek ya da kandırılarak PKK’ya katılan, yıllarını, elinde silahla dağlarda geçiren vatandaşlarına gösterdiği şefkatin bir benzerini, neden bir zamanlar toplumun büyük bir kesiminin takdirini kazanmış bir yapının kurumlarında veya doğrudan devletin kendi bünyesinde çalışmış ve aslında gerçek hiçbir suça karışmamış, eski kamu görevlilerine de göstermediğini anlamak pek mümkün değil doğrusu. Buna rağmen Cemaate karşı gönül bağını koruyan insanlara baştan söylemek istediğim şey şudur: lütfen Cemaatin liderini, önde gelenlerini, yönetim kadrosunu ve onların sahip olduğu din anlayışını ve zihniyeti eleştiren, özellikle yapıyı yakından tanıma fırsatı bulmuş insanları, baştan dönek, satılmış, bozulmuş, ham gibi önyargılarla suçlamayın. Masumiyet karinesi sizler kadar onlar için de geçerlidir. Söz kime ait olursa olsun sözün içeriği, söz sahibinden önce gelir, ardından söz sahibinin samimi olma ihtimaline mutlaka bir şans verilmelidir. Asgari derecede bile olsa kendi önyargılarımız ve doğal eğilimlerimizin bilincinde olarak içeriği değerlendirdiğimizde bize doğru gelen bir şey bulamıyorsak bu insanlara karşı mesnetsiz ithamlarda bulunmadan önce o içeriğe neden katılmadığımızı gerekçeleriyle açıklayabiliyor olmamız gerekir.

Yazının devamında beyan edeceğim kanaatlerin temelinde benim için artık şu an dokunduğum bu masa, üstünde oturduğum şu sandalye kadar gerçek olan bazı olgular yatıyor. Dediğim gibi bu yazının amacı bu somut gerçeklerin maddi delillerini tartışmak değil. Bunlar, ne yazık ki, o ya da bu ölçüde beşeri vicdana denk düşen, evrensel hukuk ilkeleri açısından herhangi bir soruşturmaya dahi konu olmaması gereken tuhaf gerekçelerle açılmış yüzbinlerce dava dosyasının içinde kaybolup gidiyor, fakat hala oradalar ve her şeye rağmen maalesef taş kadar, toprak kadar gerçekler.

Cemaatin dini bir motivasyonla gerçekleştirdiği, görünür, meşru ve yasal sivil toplum faaliyetlerinin ardında, maalesef çok uzun zamandır yürütülen ve genele oranla ancak çok az mensubunun bildiği, dar bir kadronun gerçekleştirdiği, devlet içi kadrolaşmaya yönelik yasadışı birtakım faaliyetler olduğu anlaşılıyor. Sınav sorularının önceden temin edilmesi, yapıya muhalif isimlerin bulundukları kritik konumlardan uzaklaştırılmaya çalışılması, usulsüz dinlemeler, fişlemeler gibi bir sürü suç bu cümleden. Hâlâ bunların gerçek olmadığını veya sistematik değil de münferit olduğunu ya da cemaat yönetimiyle ilgisi olmadığını iddia etmek, artık biraz da bugün bile dünyanın düz olduğunu iddia etmeye benziyor. Bunların, yapının en tepesinin ve yakın çevresinin bilgisi dışında gerçekleşmiş olma ihtimali neredeyse sıfır. Zira biraz ayrıntılı bir incelemeyle bu işlere yol açan zihniyetin izlerini, yapı adına karar verenlerin birçok söylem, davranış ve tutumlarında görmek mümkün. Üstelik bu zihniyetin sonradan gelişmiş bir şey olmadığı, bu işin başından beri süre geldiği de artık yeterince görünüyor. Belli bir sempati ve hüsnü zan yüzünden şimdiye kadar dikkatlerden kaçmış ya da önemsenmemiş, 60, 70, ya da 80’li yılların şartlarında belki bir miktar daha “makul” karşılanabilecek bu sorunlu anlayışın yıllar içinde nasıl bir kangrene dönüşmüş olduğunu millet olarak hep birlikte maalesef çok acı bir tecrübeyle öğrenmiş olduk. 

Yapının tepe yöneticilerinden herhangi birisinin bu suçlardan haberdar olmaması son derece ihtimal dışı. İstisnasız hepsinin, söz konusu yasadışı işlerin hepsini, en ince ayrıntısına kadar bildiğini ve bunları canı gönülden onayladığını, desteklediğini, icrasında yardımcı olduğunu veya bizzat kendisinin icra ettiğini iddia edemem, fakat neredeyse hemen hepsinin bunlara sessiz kaldığını, görmezden geldiğini ya da yeterince tepki vermediğini hatta prensipte değilse bile uygulamada zımnen kabul ettiğini söyleyebilirim. Bu onları suçlu yapar mı? Yaparsa ne kadar yapar? Bu sorular dünyada adil ve tarafsız mahkemelerin, ahirette Adil-i Mutlak’ın karar vereceği konulardır. Benim buradaki amacım meselenin bu yanını tartışmak değil. 

Söz konusu cemaatin “Hoca Efendi” dediği, belli bir zamana kadar başka birçok insanın da öyle kabul ettiği birisinin dizinin dibinde yıllarca oturmuş, talebelik yapmış bir “molla” ile yine bu “Hoca Efendinin” yanına gidip geldiği, onunla belli bir teması olduğu anlaşılan başka bazı sivil kişilerin o kara gecede menfur darbe teşebbüsünün merkezi Akıncı Üssünde bulunduklarını, orada bir o yana bir bu yana koşarak bir şeyler yapmaya çalıştıklarını inkâr etmek mümkün mü? Bu insanların o gün neden orada olduklarını, ne yaptıklarını, neden başka birisi değil de Gülen’in talebelerinin orada olduğunu, aradan geçen dört yıla rağmen Cemaat adına makul ve ikna edici bir şekilde açıklayabilen var mı? Söz konusu “mollanın”, “MİT ile iş birliği” yaparak Cemaate kumpas kurmuş olabileceği gibi senaryolar inandırıcılıktan çok uzak, gayri ciddi açıklamalar. Bu açıklamanın temel dayanağı o “mollanın” sırra kadem basmış olması. Fakat darbe teşebbüsü gecesi Akıncı üssünde yakalanan diğer siviller, halen müebbet hapis istemiyle yargılandığına göre, onlar “MİT ajanı” değil demek ki. Bu insanın tek başına hem o sivilleri, hem darbeci generalleri hem de Cemaatin liderini ve yakın arkadaşlarını kandırmış olma olasılığı, rasyonel insanlar için dikkate alınabilecek bir ihtimal değil. 

Üniversite yıllarından tanıdığım, ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde en zor pozitif bilim dallarından birini bitirmiş eski bir tanıdık bir süre önce sosyal medyada şöyle yazdı: “[Akıncı üssündeki] o [sivil] adamların kendileri bile orada ne aradıklarını bilmiyorlardı.” Bu insanların gerçeklikten bu kadar kopabilmeleri hakikaten hem çok üzücü hem de çok düşündürücü. Marx’ın “din kitlelerin afyonudur” sözü dindarlar tarafından genellikle küçümseniyor. Halbuki yerine göre ne kadar da doğru bir söz. Din görünmeyen bir dünyaya inanmak demek. Görünmeyen dünya, sır, sır ise esrar demek. Esrarın bir başka adı da afyon. Böyle bir “afyon” olmasa ölüm, şehadet şerbeti diye içilir mi? Buna benzer bir afyon olmasa darbe yapmaya kalkışılır, müebbet hapse razı olunur mu? Böyle bir afyonun etkisi olmasa o insanların darbe üssünün koridorlarında çekilmiş kamera görüntülerini izlediği halde “onların kendileri dahi orada ne yaptıklarını bilmiyorlardı” denir mi?

Oysa bu noktada kanaatimce dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus var. Çok kıymetli olan her şey aynı zamanda zorunlu olarak çok da tehlikeli oluyor. İki nedenle tehlikeli oluyor: birincisi, çok kıymetli olan her şey, aslını, taklitlerinden ayıramayanlara çok pahalıya patlıyor; ikincisi, o kıymete herkes kendisi ya da kendi “cemaati” sahip olsun istiyor. Ne demek istediğimi biraz daha açıklamaya az sonra devam edeceğim, fakat bu arada şunu hemen belirtmek isterim: şu an ne darbe teşebbüsünden ne de diğer sistematik suçlardan haberi ve onayı olmadığı halde birçoğu çok ağır olmak üzere muhtelif cezalara çarptırılan veya işlerinden uzaklaştırılan çok sayıda eski Cemaat üyesi ya da sempatizanının hemen hepsinin gerçeklikten başından beri ya da hâlâ aynen bu ölçüde kopmuş oldukları iddiası da son derece gerçek dışıdır. İşte bu yanlış düşünce tarzı yüzünden bu kadar çok insan suçsuz yere ağır mağduriyetler yaşamakta, temel hak ve özgürlüklerinden mahrum edilmektedirler. Ancak mevcut devasa problemin karşı cephesini oluşturan bu ve diğer bazı hususlar belki bir başka yazının konusu olabilir. 

Şimdi, bu zemin üzerinde, Cemaati yönetenlere yönelttiğim eleştire ve itirazlara başlayabilirim. 13. Yüzyılın büyük din adamı ve filozofu Aziz Thomas Aquinas hakkında kaynağı belli olmayan bir hikâye anlatılır. Thomas bir İtalyan manastırının rahiplerindendir. Manastırın diğer keşişleri Thomas’ın çok saf olduğunu düşünmektedir. Bir gün ona dışarıda uçan bir inek olduğunu söylerler ve pencereye gelerek görmesini isterler. Thomas heyecanla pencereye yaklaşır, bakar, fakat dışarıda havada uçan bir inek göremez. Arkadaşları gülmeye başlar ve derler ki “işte sen bu kadar safsın”. Thomas’ın cevabı şu olur: “Kardeşlerim, bir ineğin uçabileceğine, bir rahibin yalan söyleyebileceğimden daha çok ihtimal vermiştim”. Platon Phaidon’da, Sokrates’in Simmias’a şöyle dediğini yazar: “Saf olmayanlara safa ulaşma izni verilmemiştir.” Victor Hugo eserlerinden birinde “Beni mahveden şey bana yalan söylemiş olman değil sana bir daha inanmayacak olmamdır” der. 

En tepeden başlayarak Cemaati yönetenlere yönelttiğim temel itirazım işte budur. Onlar bana göre çoğu, kutsala, Aquinas saflığında inanan tabanın manevi duygularını, bu hikayedeki yalancı rahipler gibi kullanmışlardır. İnsanın içindeki en değerli şeye, kutsala zarar vermişler ve onu kirletmişlerdir. Üstelik bunu yapmaya hâlâ devam ediyorlar. Sahip oldukları problemli “dindar ikiyüzlülüğün”, “kutsal hile” anlayışının, “büyük hayırlar için küçük şerler işlenebilir” formülünün, “savaş hiledir”, “savaşta düşmanın silahına denk silahlar kullanılır” düsturlarının, “idealden pratiğe geçerken mecburen bir kırılma olur” düşüncesinin arkasına sığınarak yaptılar bunu ve yapmaya devam ediyorlar. Kendi vicdanlarını avuttukları düşünceler işte bunlar. Söz konusu “kutsal hileleri”, onlara hâlâ inanan “saf” tabanlarına açıkça anlatmamalarının, akıllarla dalga geçercesine hâlâ inkâr etmelerinin sebebi, “her söylediğin doğru olmalı ama her doğruyu her yerde söylememelisin” düşüncesi. Evet, bu ve benzeri düsturlar doğru anlaşıldığında ve sınırları doğru tespit edildiğinde çok kıymetli olabilir. Fakat her kıymetli şey gibi onlar da aynı zamanda son derece keskin ve tehlikelidir. Kıymetleri biraz da bu keskinlikten gelmiyor mu? Zira bunlar kanserli dokuyu sağlam olanlara zarar vermeden çıkarmaya yarayan hassas cerrahi aletlere benzemiyor mu? Fakat tam da bu yüzden aynı prensipler ehil olmayan ellerde çok tehlikeli bir suikast aracına dönüşmüyor mu? Sakın yanlış anlaşılmasın, ehil olmayan eller derken öncelikle birilerinin getirip kendisine verdiği sınav sorularını mesul olduğu talebeye veren “saf” Cemaat Abisini kast etmiyorum, zira onların ancak ikinci dereceden bir sorumluluğu olabilir. Ehil olmayan derken özellikle ve bizzat söz konusu kaideleri yanlış anlayıp yanlış yorumlayarak “hizmet için soruları önceden temin edip sadık gördüklerinize verebilirsiniz” fetvası veren, “fakat bunları kimseye söylemeden yapın” diyenleri kast ediyorum. Onların kim olduğunu isim isim bilmiyorum. Fakat Plüton’un varlığından emin olmak için ille de çıplak gözle görmek ya da teleskopla bir fotoğrafını çekmek gerekmiyor. Diğer gezegenler üzerindeki etkisiyle onun orada olduğunu anlayabiliyorsunuz. Şu kadarı var ki herhangi bir insanın herhangi bir suçtan cezalandırılabilmesi için işte o maddi fotoğrafın ortaya konması gerek. Bu kısım, dediğim gibi, işin çok önemli olan diğer yönünü ilgilendiriyor fakat bu yazının sınırlarını aşıyor. Ayrıca, yeri gelmişken şu hayati hususun altını kalın çizgilerle çizmek isterim: bu paragrafta bahsettiğim ve Cemaat yöneticileri tarafından kullanılan söz konusu dini düsturlar, bunların benzerleri ya da seküler versiyonları, dindar ya da seküler, siyasi veya gayri siyasi, başka birçok parti, cemaat ya da grup tarafından bilerek, isteyerek halen aynı şekilde kullanılmaya devam ediyor. Zira bu lanet, sağlam ve evrensel ilkelere dayanan, bağımsız ve tarafsız bir hukuk sistemi geliştirememiş, liyakat, ortak akıl ve şeffaflık gibi değerleri hayata geçirememiş toplumların ayağındaki ortak prangadır. 

Ne kadar doğru olursa olsun her düsturun, ontolojik anlamda hem yatay hem de düşey sınırları vardır. Bu sınırları, söz konusu kaidelerin yanında veya üstünde, onlarla birlikte var olan diğer kaideler belirler. Söz gelimi savaş hiledir şeklinde çevrilen El harbü hud’atün hadisindeki hilede herhangi bir sınırlamanın olmadığı, dolayısıyla akla gelebilecek her şeyin yapılabileceği düşünülebilir mi? Savaşta ya da kavgada sağ gösterip sol vurmak bir şey, belden aşağıya vurmak çok başka bir şeydir. Savaşta stratejik taktikler geliştirmek bir şey, düşmanınızın, inandığınız dinin savaş hiledir hadisini sınırlayan, diğer prensiplerinin koruması altındaki haklarına tecavüz etmek çok başka bir şeydir. Şimdi, diyelim ki Cemaati yönetenler, kendi din anlayışları ve dünya görüşleri ile Ergenekon, Pakraduni, İran yanlılığı, Süfyani ve diğerleri gibi isim ve sıfatlarla somutlaştırdıkları zihniyetler arasındaki mücadeleyi, bir hak-batıl “savaşı” olarak algıladılar, öyle inandılar. İyi de bu inancın doğruluk derecesi bir yana (kimin ne ölçüde hakkı, kimin ne ölçüde batılı temsil ettiğine karar verme yetkisi kime ait? bu kararı verenler o yetkiyi kimden alıyor?), askeriyeye, adliyeye, mülkiyeye, adam sokmak için soru çalmanın, buradaki mevcut personelden Cemaati yönetenlerin anlayışına uymayan, onların istediği gibi davranıp istenen kararları almayan kim varsa önem sırasına göre tek tek dinleyip, zaaflarını araştırmanın, parayla satın almaya çalışmanın, olmuyorsa şantajla korkutmanın, o da olmuyorsa sahte delil üretip suç isnadında bulunmanın savaş hiledir düsturunun meşru sınırlarına girdiği söylenebilir mi?

Bir insan kendisini “doktor”, geriye kalan herkesi “hasta” zannediyor olabilir, çeşitli gerekçelerle buna gerçekten inanabilir, etrafındakileri de inandırabilir. Belki bunu kendisinin istemediğini ya da aslında buna layık olmadığını ama bu görevin kendisine verildiğini, kendisinin seçildiğini düşünüyordur. Ne bileyim belki de böyle şeyler telkin eden rüyalar, hayaller, işaretler görüyor, duyuyor ya da buluyordur. Şimdiye kadar yaşadıkları, başardıkları, kendisine gösterilen teveccüh, bu düşüncesini iyice pekiştirmiş olabilir. Böyle bir insan velev ki gerçek bir “doktor” olsun hiç kimseyi veya hiçbir topluluğu tek tek rızasını almadan, zorla ameliyat edemez. Öyle yapmaya kalkarlarsa ona “doktor” değil haklı olarak başka şeyler denmeye başlar. Cenabı Hakk’ın muradı, böyle rızasız bir ameliyata muvafık olamaz. Öyle olsa bunu kendisi doğrudan neden yapmasın ve özgür iradeye neden gerek kalsın? Aynı şey kandırarak, hileyle, gerçekleri çarpıtarak veya saklayarak ameliyat etmede de geçerlidir. Doktor hastasını kandırarak ameliyat edemez. Öyle yaparsa hastasının, aslında dinen de korunan ve dinden önce gelen çok temel bir hakkını, yani özgür iradesini elinden almış olur. Sadece hastasını değil, kendisinin gerçek bir “doktor” olduğuna inanarak ona az ya da çok yardım eden yakın veya uzak hiçbir arkadaşını, yoldaşını da kandıramaz. Hastaları rızası olmadan ameliyat etmek gibi bir niyeti varsa bunu, kendisine en ufuk desteği olan herkese açıkça söylemesi gerekir. Gizlerse o insanları kandırmış, bunu bilmeden kendisine duydukları güveni suiistimal etmiş olur. 

Yaşanan bunca hadiseden sonra her şeye rağmen bu yöntemlerin Allah’ın rızasına uygun olduğuna hâlâ inanılıyorsa yapılması gereken ilk şey öncelikle en azından yapı içinde kalmaya devam eden herkese şimdiye kadar bu inançla yapılanların dürüstçe anlatılmasıdır. Yola ancak bu yöntemleri onaylayanlarla devam edilebilir. Tabi neler yapıldığı gerçekten ortaya konduğunda geriye kimse kalırsa. Aksi takdirde son derece büyük ve korkunç bir vebale girmeye hala devam ediliyor demektir. Hadi diyelim ki siz kendi “doktorunuzun” doktorluğundan ve benimsediği yöntemlerden eminsiniz, iyi de geriye kalan, dindar, laik o kadar çok insanın, bu zihniyetten tiksiniyor olmasının hiçbir anlamı yok mu sizin için? Bu kadar çok insanın, “imtihanı”, bu kadar şüpheli bir teklif yüzünden kaybediyor olması gerçekten makul geliyor mu size? Her iftira insanın üstüne bir dereceye kadar yapışır. Size atfedilen bu tiksindirici zihniyet bir iftira ise neden bu kadar çok insana hiç de öyle gelmiyor? Neden kimse çıkıp da o kadar da değil demiyor? Bu durum sadece muktedirlerden korkma gerekçesiyle açıklanabilir mi? Evet Hz. Peygamberin de düşmanları vardı ama sanırım onu en azılı düşmanları bile kendisini namertlikle, iki yüzlülükle, yalancılıkla, şantajcılıkla, hırsızlıkla, iftirayla itham edemezdi. Etse buna kimse inanmazdı. 

Bir başkasının farklı bir bağlamda yazdığı şu cümleler aslında burada anlatmaya çalıştığım şeyi çok güzel özetliyor:

Gandi, amaçlar ve araçlar arasındaki ilişkiyi şöyle kuruyor: “Araçlar tohuma benzerler, amaç da bir ağaca ve araçlarla amaçlar arasında, tıpkı ağaçla tohum arasındaki bozulmaz bağa benzer bir bağ vardır”… Bununla birlikte kadim bir hak ilkesi olan “usul, esasa takaddüm eder” fikri, yapılan bir işin yönteminin esastan daha öncelikli olduğunu vurgular… Devrim düşüncesinin ya da terörizmin şiddet ve zorlamaya dayalı tavrına karşın, değişimin içten ve derinden gelmesi için koşulları düzeltmenin, Sun Tzu’dan beri geleneksel tavrın kökeninde yer aldığı bilinmektedir. Sun Tzu, zafer kazanmanın temel koşulunun kendini bilmek olduğunu söylerken sadece askerî durumu değil, manevî hâli de kastetmekteydi. Kendini bilmek burada, Gandi’nin metaforuyla ifade edilirse, dikilecek ağacı tanımak ve ağaca uygun tohumu kullanmak demektir. İçerik ve biçim ayrımının farklı tözler olarak kavranmasının dahi modern olduğu hatırlatılarak denilebilir ki bir amaç olarak her eylem, kendi içinde yöntemlerini de ihtiva eder. Bu yüzden şöyle der: “Şeytana boyun eğerek Tanrı’ya ibadet edemem.” 

Yaşanan bunca hadiseye, ortaya dökülen bunca probleme rağmen Gülen’e duyduğu güven ve verdiği destekte hiçbir değişiklik olmayan ve epey zamandır Amerika’da yaşayan matematik doktoralı eski bir tanıdık şu minvalde şeyler söylemeye devam ediyor “Hizmet hareketi bir medeniyet projesidir.” Sanırım bu harekete zamanında samimi bir sempati duyan hemen herkes başlangıçta böyle düşünüyordu. Fakat ne acıdır ki birkaç yüzyıllık bu büyük hayalin çok iddialı bu son davacısının da sahte ya da en azından bu işe ehil olmadığı ortaya çıkmış oldu ve öyle anlaşılıyor ki kendinden öncekiler gibi o da arkasında çok büyük bir hayal kırıklığı bırakarak tarih sahnesinden çekilecek. Oysa belli bir süre hareketin içinde yer almış olanlar da dahil olmak üzere muhtelif kamplardan birçok entelektüel söz konusu zihniyetteki sorunları farklı bakış açılarından farklı derecelerde çok önceden tespit edip uyarmıştı. Fakat ne yazık ki bu korkunç hakikat birçok insan için tüm çıplaklığıyla ancak 15 Temmuz gecesi gün yüzüne çıktı. O cinnet hali, söz konusu zihniyetin kendi içinde o güne kadar gizli bir potansiyel olarak sakladığı çirkinliği, hâlâ kafasını kuma sokmakta ısrar edenler dışında herkese bilfiil gösterdi. 

Aslında Cenabı Hak, bu hareketin lideri ve yakın çevresine başka kimseye vermediği fırsat ve imkanları bahşetmişti. İsteseler o büyük hayalin gerçekleşmesi yönünde çok önemli adımlar atabilir, söz konusu birkaç yüzyıllık problemin çözümünde şimdiye kadar kimsenin başaramadığı katkılar sunabilirlerdi. Bunun yerine onlar da, kendilerinden önce böyle büyük iddialarla yola çıkan nicelerinin yolunu kaybettiği aynı kadim kavşakta yollarını kaybettiler. O kadim kavşak, kutsal adına büyüme isteği ile kutsal prensiplerin farklı yönleri gösterdiği yol ayrımıdır. Belki de bu, daha ilerisine gitmeye ehil olmayanları eleyen kutsal bir “tuzaktır”. Anlaşılan insan, prensibi en iyi kendisinin temsil ettiğine bir kez inandı mı farkında olmadan kendini prensibin yerine koymaya başlıyor. Birkaç şey başarıp biraz güçlendi mi önceden parmağının ucuyla işaret etmeye çalıştığı hakikati, zamanla, kendi parmağının ucu zannediyor. Kendisine gösterilen teveccüh belli bir eşiği aşınca, önceden kendi varlığının kaynağı olarak gördüğü hakikati, artık kendisinin ayakta tuttuğunu vehmetmeye başlıyor. Daha önce onun sayesinde yüceleceğine inandığı gerçeği, şimdi kendisinin yücelttiğini sanıyor. Başlangıçtaki, hakikate hizmet edenler arasına seçilebilme ümidi, bir süre sonra seçilmiş olmanın garantisiyle bir çeşit pervasızlığa ve çok çirkin bir küstahlığa dönüşüyor. Hadiste müjdelenen “garipler” olma ümidi, “o garipler biziz” emniyetine ve küstahlığına dönüşüyor. 

Cemaati yönetenlerin ve onları taklit edenlerin başına gelen, bana sorarsanız, özünde bundan başka bir şey değildir. Maalesef bu Cemaati yönetenler de ellerindeki o muhteşem imkanı, mevcut diğer tüm güç sahipleri gibi, belki biraz da bu gerekçeyle, prensiplerin yerleşmesi için değil, biraz daha büyümek ve daha çok güç devşirmek için kullandılar. Belli bir aşamadan sonra artık ihlasını kaybetmiş ve suni bir şekilde semirmeye başlamış bu yapının elde ettiği imtiyazlı maddi, bürokratik ve siyasi gücü, tabiri caizse, “dini” bir aç gözlülük ve hırsla, karşılarına çıkanların kişisel ve cüzi hak ve hürriyetlerini zerre kadar önemsemeden sonuna kadar genişletmek istediler. Başlangıçta belki belli bir samimiyetle öğrettikleri ilkelere bir süre sonra, ilkin, muhtemelen tam da farkında olmadan, ihanet etmeye başladılar. Mevcut statüko ve sistemin zaaflarını, kendi cemaatlerinin geçici çıkarlarının aleyhine olsa bile, kalıcı bir şekilde, külli prensiplerin lehine düzeltmeye çalışmak yerine, cüzi ve şartlı birtakım ilkeleri bahane ederek, bürokratik ve siyasi dizginleri büsbütün ele geçirmek gerektiğine inandılar. “Biz başkalarından farklıyız” iddialarına rağmen, “hele tüm kontrolü bir ele geçirelim, sonra külli prensipleri hayata geçiririz” aldatmacasıyla hem kendilerini hem de milleti kandırdılar. Ne zaman geri çekilmek gerektiğini, ne zaman elde edilecek maddi kuvvetin kaybedilecek manevi otoriteye değmeyeceğini bilemediler ya da nefislerine söz dinletemediler. Kemiyet keyfiyet dengesinde kantarın topuzunu tamamen kaçırdılar. O kavşağa gelince gözleri karardı ve nuru bırakıp topuza sarıldılar. Medenilere galebenin ikna ile olduğunu unutuverdiler. Bir gemide doksan dokuz cani bir masum olsa o gemi batırılmaz düsturu kendilerine artık bir şey ifade etmez oldu. Maddi iktidarı, manevi otoriteye tercih ederek kırk yıldır didinip büyüttükleri Cemaatlerini, kendileriyle birlikte o kadim gayyaya yuvarladılar. 

Çok garip bir aceleleri vardı. Sanki birisine, bir yere bir şeyler yetiştirmek istiyorlardı. Bana, evanjeliklerin “Tanrıyı kıyamete zorlama” düşüncesi kadar absürt gelen bir aceleydi bu. “Çok az kaldı, çok az kaldı” diye yazıp duruyorlardı. Halbuki birçok insan medeniyet anlamında elle tutulur hiçbir ilerleme göremiyordu. Bir sürü insan tam olarak neye çok az kaldığını hiç anlamadı ta ki 15 Temmuz akşamına kadar. O andan sonra artık ayan beyan ortaya çıktı ki bu zihniyet, medeniyetlerin kökeninde kılıç değil kalem olduğunu ya hiç anlamamış ya da bir aşamadan sonra anlamamayı tercih eder olmuş. Saptıkları bu yanlış yol, bir noktadan sonra onları öyle bir yere getirdi ki içine düştükleri korkunç hırs, kızgınlık ve kibir, akıllarını başlarından aldı ve bir cinnet haliyle kalkıp kendi milletlerine kurşun sıktılar, kendi meclislerini bombaladılar. Kaderin ne garip bir cilvesi ki “darbeci cunta, Beyazıt Camiini bombalama planları yaptı” haberleriyle duyurulan planlar kağıt üzerinde kalırken 15 Temmuz gecesi Gölbaşı Özel Hareket Merkezi, TSK’nin darbeci subayları tarafından bombalandı, 42 polis şehit oldu. Sadece karşılarına çıkanlara zarar vermekle kalmadılar, kendilerine güvenip gemilerine binen yüzbinlerce insanı da madden ve manen perişan ettiler. Fakat tüm bu korkunç tahribattan daha korkunç bir şey daha oldu. Milyonlarca insanın en samimi, en kutsal duygularına neredeyse bir daha asla iyileşemeyecek derecede zarar verdiler. En azından bir zamanların iddiasına göre asıl amacı insanlara kutsalı yeniden sevdirmek olan bir hareketin sonunda gelip dayandığı bu nokta ne kadar içler açsısı, ne kadar trajik. 

Keşke evlerinde, dershanelerinde, okullarında, üniversitelerinde kendi tabirleriyle “muhabbet fedaileri” yetiştirmeye, hayalini kurdukları medeniyetin kaldırım taşlarını döşemeye devam etselerdi. İnandıklarını iddia ettikleri prensipleri, yetiştirdikleri insanlara emanet ettikten sonra onların özgür iradelerine karışmasalardı. Koca koca memurlara, polislere, emniyet amirlerine, savcılara, hakimlere, subaylara, gazetecilere, öğretmenlere, öğretim üyelerine, orta okul, lise talebesi muamelesi gösterme sığlığını bir kenara bırakıp, azıcık saygı duysa, birazcık güvenselerdi. Keşke “kutsal hizmetleri” için bürokratik bir vesayet kurma hedefiyle insanları kontrol etme veya mankurtlaştırma yerine, hakiki entelektüeller yetiştirmeye odaklansalardı. Okullarından mezun olanların, inandıkları prensipleri benimseyenlerin, samimiyetinden, güvenilirliğinden, dürüstlüğünden, mertliğinden, geniş ve derin anlayışından, liyakatinden, kimseye haksızlık yapmayacaklarından, devlet ve millet sevgisinden, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne saygılarından hiç kimsenin şüphesi olmasaydı. Şu büyük medeniyet projesine, örneğin liyakat erdemini önce kendi içlerinde uygulayarak başlasalardı. Başkaları da yapıyor diyerek soruları çalıp sınav kazandırmak yerine, kimsenin soru çalamayacağı bir sistem için uğraşsalardı, ellerindeki imkan ve gücü o yönde kullansalardı. Söz gelimi, “HSYK’da herkes bizden olacağına dünya görüşü ne olursa olsun evrensel hukuku içine sindirmiş, dürüst, liyakat sahibi hakimler olsun” diyebilselerdi. Kamuoyuna “bundan böyle demokrasiden dönüş yoktur” demeçleri verirken arkada, yıllardır, gencecik delikanlıların dini ve milli duygularını suiistimal edip, aralarında akıllarını iğdiş ettiklerine, gerekirse darbe bile yaptırabilecek bir zemin oluşturmakla uğraşmasalardı. Keşke milleti, diğer tüm güç odakları gibi, bağımsız medya, demokrasi, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, gelir dağılımda adalet gibi vitrin cümlelerle kandırmak, bu değerleri kullanarak perde arkasında kendi hegemonyalarını kurmaya çalışmak yerine, bunların hakikaten hayat bulması için kullansalardı tüm güçlerini. Para ile besledikleri, yedirdikleri, içirdikleri, gezdirdikleri, iş verdikleri, makam mansıp sahibi yaptıkları, bir işini gördükleri, reklamını yaptıkları kimselere kendilerini suni bir şekilde övdürmek, onları gebe bırakıp hizmetlerinin işlerini gördürmek yerine, hakikaten açık ve şeffaf olsalardı da Hazreti Peygamber gibi, dost, düşman, herkesin şüphesiz güvenini kazansalardı. Ülkede birbiriyle kavga eden tüm çevreler onların hakemliğine kendileri isteyerek, gönül rızasıyla razı olsaydı. Bunu başarabilselerdi işte o zaman belki gerçek bir medeniyet projesinden söz edilebilirdi.

Nasr diyor ki “İnsanın, içindeki en değerli şeye zarardan başka bir işe yaramayacak olan sözde manevi bir hareketin izleyicisine dönüşmektense bir agnostik ya da bir materyalist olarak kalması daha iyidir.” Kutsal saftır, temizdir, sahibi onun kirletilmesine izin vermez. Din kutsaldır, suistimali affedilmez. Schuon diyor ki “Dünyada tek bir velilik vardır, o da samimiyettir.” Samimi duygular suiistimal edildiğinde, acıklı bir belaya davetiye çıkarılmış demektir. “Allah bu işten hoşnut, Hazreti Peygamber sizin arkanızda” derken ne ile oynadıklarını bilmiyorlardı, hala da öğrenmişe benzemiyorlar. İnsan, kendi samimiyetinden, Allah’ın kendisinden ve yaptıklarından razı olduğundan nasıl bu kadar emin olabilir? Nursi diyor ki “Şerefler, müspet hayırlar, maddi-manevi ganimetler orduya, cemaate verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir”. Yıllar önce sözünü ettikleri prensipler için ülkenin en zeki çocuklarını hayatlarının baharında Orta Asya bozkırlarına gönderme ehliyetini kendilerinde bulanlara sesleniyorum: zamanında o gençler size inandı ve dünyevi gelecek ve rahatlarını bir kenara bırakarak çağrınıza uydu, şimdi sıra sizde, samimiyseniz Nursi’nin bu prensibini şimdi kendinize uygulama vaktidir. Samimi olan kendini değil inandığını iddia ettiği prensibi savunur.

Hakikati gizleyerek Hakk'a davet olmaz. Yine Gandi, “hakikat, adil bir amaca/davaya asla zarar vermez” diyor. Davanız haksa korkmayın Hak size muhtaç değil. Siz değil miydiniz Allah isterse bu dini bir günahkarla da yüceltir diyen? Hak için binler başımız olsa feda olsun diyenler sizler değil miydiniz? Haydi feda edin şimdi başlarınızı. Bunu yapamayacak idiyseniz yıllarca ne diye kandırdınız o kadar insanı? Ne diye onların hem dinleriyle hem dünyalarıyla oynadınız? Ege’de, Meriç’te boğulan yavruların anaları babaları “gerekiyorsa” soru da çalın, darbe de yapın diye açık çek mi verdi size? Onların haberi var mıydı darbe teşebbüsünde bulunacağınızdan? Bunları bilseler de aynı abiliği, ablalığı yapacaklar mıydı? Ya aralarında yapmayacak olanlar vardıysa? O zaman o masum yavruların hiç mi vebali yok üstünüzde? Bunun hesabını nasıl vereceksiniz? Hiç mi Allah’tan korkmuyor peygamberden utanmıyorsunuz? Bu oyunu daha ne kadar sürdüreceksiniz? Gündüzleri nasıl yiyip içebiliyor, geceleri nasıl uyuyabiliyorsunuz? Bu insanlara, rahat döşekler üzerinden “sabredin, yolun kaderi bu” diye nasihat edeceğinize, “Allah bu anlayıştan, bu yöntemlerden razı olmadı, demek ki biz bazı şeyleri yanlış anladık, yanlış yorumladık” diye azıcık pişmanlık gösterin. “Kutsal, hala kutsal, fakat bizim yöntemimiz, ‘içtihadımız’ yanlıştı” deyin de kutsalın adı temize çıksın bari. Haklılığınızı ebced hesaplarıyla değil, dürüstlüğünüzle, samimiyetinizle ispat edin. Belki o zaman bazıları haklarını helal eder sizlere. Belki o zaman kutsalın sahibi affeder sizi. Bayram Veli, Akşemseddin taklidi yapılarak Fatih olunmuyor işte, bunu anlamak bu kadar zor mu? Üstüne oturduğunuz manevi zemin sakat anlamıyor musunuz? 

Din adına diyanet adına yüz binlerce insanın mahrem duygularıyla oynamanın, peşine takıp sürüklemenin bir bedeli var. Baştaki en ufak yanlış, en küçük sapma, ileride korkunç suistimallere dönüşüyor işte böyle. Dinin özü, körü körüne itaat olamaz. Bu anlayışın, neticesi ahirette belli olacak bir kumar oynamaktan ne farkı var? Dinin aslında bu olduğunu zannedenlerin insanı getirip bırakacağı yer olsa olsa böyle bir yer olur işte. Kendi vicdani, akli kanaatime göre dinin özünden başka bir şey olmayan, samimiyet, liyakat, ortak akıl, hesap verebilme ve şeffaflık gibi değerler üzerine hakikaten oturmamış, bunları sadece kullanan, kurucusunun pragmatizmiyle malul bir hareket, arkasında çok dehşetli maddi ve manevi bir tahribat bırakarak hiç de iyi yad edilmeyecek bir sonla yıkılıp gidiyor. Zahiri çöküş zaman alabilir, fakat milyonlarca insanın kalbinde bu çöküş çoktan gerçekleşti. Ne ağır bir hüsran! Ne büyük bir trajedi! O kadar insanın iyi niyetine, temiz gayretine yapılan ne büyük bir ihanet! Halbuki ne kadar çok insan inanmış ve samimiyetle ne büyük fedakarlıklar göstermişti. Bunun hesabını nasıl vereceksiniz? Neye, ne kadar zarar verdiğinizin farkında mısınız? Ne zaman aklınız başınıza gelecek? Maneviyatı kullanarak maddi iktidar peşinde koşarken hem kendi manevi otoritenizi kaybettiniz hem de kutsala korkunç bir zarar verdiniz hâlâ anlamıyor musunuz? 

Ercümend Samim Erkan 

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski