The Cemaatin Teorisinin Bir Eleştirisi


Gülen cemaati zaten Türkiye’de bitti. Daha doğrusu bir kısmı (oranını bilemiyorum) cemaatten gönül bağı olarak bile koptu; bir kısmı kopmasa bile çok zor durumda, kabuğuna çekildi; sosyal medyada müstear isimlerle yazdıkları dışında seslerini çıkaramıyorlar. Keşke bu şekilde olmasaydı, Gülen cemaatinin problemli taraflarıyla mücadele insaflı bir şekilde yapılsaydı ve bu kadar büyük mağduriyetler oluşmasaydı. Ama ne yazık ki olan oldu, önümüzdeki yakın gelecek içinde bir değişiklik olacak gibi de görünmüyor.

Son zamanlarda Gülen cemaatinin yurt dışında da çatırdamaya başladığını görüyoruz. Ahmet Dönmez’in Sezai vakasını, sonrasında Atlanta yolsuzluklarını ortaya çıkarması belki de bir fitilin ateşlenmesi oldu. Önder Aytaç uzun zamandır the cemaat içindeki değişik “abi”lerin yolsuzluk/haksızlıklarını “taban”dan toplayıp yayınlıyordu (bu arada Önder Aytaç bence hiç masum birisi değil, karanlık tarafları gayet iyi bilen ve belki de uygulayan birisi.) Şimdilerde yılların “cemaati eleştireni yakarım”cısı Elvan Aktaş bile en sert eleştirmenlerden birisi haline geldi. Tr724 yazarlarının; İsmail Sezgin, Asım Yıldırım, Gülşah Çavuşoğlu gibi esaslı problemlere ve eleştirilere değinmeyerek bir bakıma süreci “yumuşatmaya” çalışan isimlerin çabaları bence artık beyhude. Yurt dışında da cemaat çatırdıyor. Bence büyük kopmalar zaman içinde başlayacak.

Eleştirenler, yavaş yavaş kopanlar, değişim isteyenlerin duruma dair tepkileri “teorik” değil, “pratik” problemlerden kaynaklanıyor. Mesela Mustafa Özcan, Mustafa Yeşil, Mehmet Yaşa, Tahsin Gül, Cevdet Türkyolu gibi isimlerin tavırları ve yaptıkları ile sanki “güzel bir düzende” yanlışlıklar yapılıyor gibi düşünenler çoğunlukta. Zaten Abdullah Antepli gibi istisnalar haricinde Gülen’e hatanın zekatını verebilen yok. Dolayısıyla eleştiriler Gülen’e gelince bitiyor. Tabanın bir diğer rahatsız olduğu şey ise bunca olana rağmen hiyerarşinin hala aynı şeylerden bahsetmesi ve sessiz kalması. Bu sessizlik insanları çok rahatsız ediyor. Ama bu sessizlik de pratiğe dair bir durum, teoriye dair değil.

Halbuki bence the cemaatin teorisinin eleştirilmesi lazım. Teori derken anlayıştan, zihniyetten, kabul edilmiş normlardan bahsediyorum. Teorinin problemli kısımlarının eleştirilmesi önemli; çünkü sorunun kaynağı anlaşılmazsa ileride sorun başka şekillerde, başka yerlerde karşımıza çıkabilir. Bu yazımda bunu yapmaya, teoriyi eleştirmeye çalışacağım. Bunu birkaç kademede; gittikçe daha derinleştirerek; the cemaatten cemaatlerin çoğuna, cemaatlerin çoğundan klasik İslam görüşüne uzanan bir teori eleştirileri silsilesi şeklinde yapacağım. Aslında yazımın başlığı belki de “the cemaat, cemaatler ve klasik islam anlayışının teorik bir eleştirisi” şeklinde olmalıydı, ama bence zaten the cemaat pratikte yaptığı iyi (eğitime önem vermesi gibi) veya kötü (hususi hizmetler gibi) inovasyonlar dışında aslında genel hatlarıyla klasik bir İslam anlayışına sahip. Dolayısıyla derinleştirerek eleştirdiğim kısımlar the cemaatte de var. O yüzden başlığı yukarıdaki gibi seçtim.

Daha çok the cemaate has problemli kısımlarla başlıyorum. Öncelikle ilk eleştirilmesi gereken dini bir cemaat olduğu iddiasında olan the cemaatin neredeyse askeri bir hiyerarşi şeklinde örgütlenmesinin (sadece hususi hizmetlerden bahsetmiyorum, normal “hizmet”ler için de geçerli bu) teorisinin temelinde olması. The cemaat mensupları “kötü abi”leri artık çok rahat eleştiriyor; ama neden “abiler” ve “abilik hiyerarşisi” var, bu kişilerin neden bizden bir üstünlükleri var, neden bunlar “en üst”ten atanıyor gibi eleştiriler çok fazla görünmüyor. Halbuki bu yapılması gereken önemli teori eleştirilerinden birisi bu olmalı. Bu konuda kimse lütfen bana Gülen’in “ah yıkılası abilik” lafları ile gelmesin; yıkmak isteseydi kendisi çoktan yıkardı, zaten tasarlayan ve bu şekilde devam etmesini sağlayan kendisi.

The cemaatin teorisinin bir diğer eleştirilmesi gereken kısmı “makyavelist” veya çıkarcılık tarafı. Bu tabii ki direk söylendiğinde kendilerinin kabul ettikleri bir şey değil. Ama genlere, karakterlere işlemiş bir şey. Dolayısıyla the cemaatin teorisinin merkezinde. Bunu aslında kendilerini kandırarak yapıyorlar. Düşünceleri şu şekilde: biz en doğru anlayışa sahibiz ve asıl niyetimiz herkesin iyiliği, dolayısıyla çıkarımıza uygun olan şey eninde sonunda herkese yararlı, o yüzden o çıkarlara (ne pahasına olursa olsun!) ulaşmamız lazım. İşin acı tarafı, the cemaatin büyük kısmı hala bu makyavelist tavırlarının Türkiye halkı gözünde onları çok kötü yaptığının farketmek istemiyor. Bu çıkarcı anlayışın asıl kaynağı bence “üstünlük” fikri, ama bu konuyu ileride daha detaylı olarak açacağım için burada kısa kesiyorum.

The cemaatin teorisinin bir diğer eleştirilmesi gereken kısmı “tedbir” ismi altında yumuşatılmış, ama ikili bir hayat yaşamaya götüren “gizlilik” kısmı. Bu gizlilik the cemaat teorisinin en temel yanlarından birisi. Bir orta üç talebesi olarak (1993’te) tecrübe ettiğim kadarıyla abilerin “Ölçü veya Yoldaki Işıklar” kitabında en çok üzerinde durdukları kısımlardan birisi “Sır senin esirindir, faş edersen esiri olursun” kısmıydı (sonrasında da çok değişiklik olmamış gördüğüm kadarıyla.) Daha 13-14 yaşındaki gençlere dinledikleri kasetleri, yaptıkları şeyleri anne ve babalarından bile gizlemeleri salık verildi. Sonra bu gençlere üniversite bitirip işe başladıklarında namaz kıldıklarını ve cemaatten olduklarını gizlemeleri çok doğal geldi. Ama aslında bu çok korkunç bir şey. Dürüst, mert, cesur, içi-dışı bir olmaktan uzaklaştıran bir zehir! Aman efendim, konjonktür şöyleydi; şunun olması için bunun olması lazım diye masumlaştırılacak bir şey değil. Bunun çok açıkça masaya yatırılıp eleştirilmesi lazım.

Şimdiye kadar the cemaate has, veya diğer cemaatlere nispeten the cemaatte daha fazla görülen bence önemli üç teori eleştirisini sundum. Şimdi biraz daha derine inerek neredeyse tüm dini cemaatlerin ortak yönü diyebileceğimiz teori (norm, anlayış) problemlerine geçiyorum.

Neredeyse tüm dini cemaatlerde görebildiğimiz önemli teorik problemlerden birincisi tek tip insan yetiştirme ve misyonerlik tarafları. Bunların temelinde yine bence “üstünlük” düşüncesi yatıyor. Kısacası diyorlar ki: “en” doğrusunu biz biliyor ve yapıyoruz (üstünler!), dolayısıyla “bizim” insanlarımızı istediğimiz şekilde yetiştireceğiz ve diğer insanlar da bizim anlayışımızı bilsinler ve uygulasınlar diye çabalayacağız. Bu belki masum bir bakış olarak görülebilir ilk başta. Ama ne yazık ki bardakta durduğu gibi durmuyor. Birinci kısım (tek tip insan yetiştirme) dar görüşlü, müsamahasız, hem az bilen hem de her şeyi bildiğini zanneden insanlar yetiştiriyor. İkinci kısım (misyonerlik,) yetiştirilen dar görüşlü insanların “yanlış” yolda olduklarını düşündükleri insanlara dünyayı dar etmesiyle sonuçlanabiliyor. Kısacası “misyon” uğruna başkalarının “özgürlük”lerini gasp etmeye başlıyorlar. Kimilerini ikna ediyorlar, kimilerini zorluyorlar, kimilerine engel oluyorlar. Bunun anlaşılması, eleştirilmesi ve değiştirilmesi lazım kanaatimce. Robotlar yetiştirmek ve herkesi zorla bir ütopyaya itmeye çalışmak dünya tarihi boyunca hep kötü sonuçlar getirmiştir.

İkinci teorik problem, “adalet-i mahza, (bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalet) yerine “adalet-i izafiye”nin (küllün selâmeti için, cüz’ü feda eden adalet) tercih edilmesi. Cemaatlerin çoğu kendi kafalarında küllün selametinin ne olduğunu çoktan bulmuşlar. Çoğu için amaç “tüm Türkiye’yi, hatta tüm dünyayı” kendi doğruları doğrultusunda değiştirmek. Böyle ulvi bir amacın yanında ufak haksızlıkları önemsiz görüyorlar. Halbuki benim inandığım Yaratıcı bana “sen ne yaptın?” diye soracaktır (ve “küçük” adaletsizlikleri küçük görmeyecektir;) “başkaları ne yaptı?” diye sormayacaktır; “başkaları için ne yaptın, başkaları için ne düşündün, bir topluluk olarak neler yaptınız” gibi sorular ilk sorunun yanında ikincil, üçüncül kalacaktır. Hasılı ben şahsen “adalet-i mahza”yı insana yakışan bir adalet olarak, “adalet-i izafiye”yi bir nevi “Tanrı’lığa soyunmak” girişimi olarak görüyorum; ve sizin-benim gibi normal insanlar için (bir komutan, bir devlet başkanı, veya benzer konumda olan insanlar konumları gereği değişik kötü alternatifler arasında seçim yapmak zorunda kalabilir, o zaman en az kötüyü seçebilir, o ayrı mesele) uzak durulması gereken bir şey olarak görüyorum. Cemaat liderleri yaptıkları adalet-i izafiye (yanlış) kararlarını gizleme ve misyonerliğe itme noktasında çok becerikli. Aklıma hemen Gülen’in şu videosu geliyor (link); çok gençken ne kadar hisli şekilde dinlemiştim, şimdi sadece bir duygu sömürüsü olarak görüyorum. Nam-ı Celili Muhammedi’yi yayacağız diye gaza getiriyor insanları, ama pratikte bunu biz yapıyoruz diye cemaat menfaatlerini kutsallaştırıyor ve nice adaletsizliklere sebep oluyor. Yazıktır, olan direk mağduriyet yaşayan yüzbinlerce insana ve dolaylı olarak tüm Türkiye’ye oldu.

Cemaatlerin teorik problemlerinin de üzerine çıkmak istiyorum yazımın geri kalanında. Klasik İslami anlayışın bence problemli taraflarından bahsedeceğim. Buna geçmeden öncelikle şunu belirtmeliyim, tahmin ediyorum çoğu okuyan için bu değerlendirmelerim radikal ve belki de yanlış gelecektir (the cemaate dair teorik değerlendirmelerimin çoğu Güleniste yanlış geleceği gibi). Ben bunları yazarken kimseyle tartışmak için yazmıyorum. Kendi görüşümü koyuyorum ortaya, isteyen okur ve ister saçma bulur, ister mantıklı. Düşüncelerimi yazarken bakın bu görüş doğru, çünkü şu ayetten veya bu hadisten buna dair manalar çıkarabiliriz gibi argümanlarım da olmayacak. Çünkü çoğu düşünceme “İslami kaynaklar”dan öte, vicdanıma ve aklıma danışarak ulaştım. Dolayısıyla bu görüşlerimin herkes için doğru İslam olması iddiasında değilim. Yazımın geri kalanında problemli gördüğüm tarafları belirtirken aynı zamanda kendi İslam düşüncemi de belirtmiş olacağım. Bu benim kendimce İslam’ım, sadece beni bağlar.

Klasik İslami anlayışın bence ilk problemi, yine “üstünlük” anlayışı. Klasik görüşteki müslümanlar İslamı ve müslüman olmayı o kadar üstün görüyor ki, hiç bir veri onları öyle olmadığına ikna edemiyor. “Problem varsa bu uygulamadandır-kişilerdendir, problem varsa bizim dinin özünden uzaklaşmamızdandır” diyorlar ve dinin özü dedikleri şeyi asla sorgulamıyorlar. “Tamam, maddi olarak kötü durumda olabiliriz, ama (İslami olan) imanımız bizi üstün kılıyor” diyorlar. Halbuki kabul etmemiz lazım ki islam ülkeleri olarak, müslümanlar olarak üstünlüğü çoktan kaybetmişiz; sadece maddiyat planında değil, ahlak olarak da. Şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz lazım, ama zannediyorum “dünya onların olsun, ahiret (zaten) bizim” anlayışı baskın geliyor. Aslında birçok problemin kaynağı olan ve dinin temeline yakın anlayışları sorgulayamıyoruz. Bilime önem vermiyoruz, kadını erkeğe eşitleyemiyoruz, özgürlükçü-demokratik olamıyoruz… sorunlarımız saymakla bitmiyor.

Klasik islam anlayışının bence ikinci problemi dini bir araç olarak değil de, bir amaç olarak görmek ve (bence) gerektiğinden fazla ciddiye almak, fazla abartmak. Benim İslam da dahil dinler konusundaki düşüncem Reza Aslan’ınkiyle aynı ve şu şekilde: “Din sembol ve metaforlardan oluşan, inananların kendileri ve birbiriyle iletişim kurmasını ve anlatılamaz inanç deneyimlerini yaşamasını sağlayan bir dilden başka bir şey değildir.” Yani İslam da dahil bütün dinler bence sadece Yaratıcı ile bir bağ kurmak için bir araç. Hatta Reza Aslan başka bir yerde şunu anlatıyor: “eğer su bulmak istiyorsanız 6 tane 1 metrelik kuyu açmazsınız, 1 tane 6 metrelik kuyu açarsınız (bu kısmı Konfüçyüs’un sözüymüş); benim Tanrı’ya ulaşmak için açtığım 6 metrelik kuyu İslam, ama bütün kuyular aynı suya ulaşıyor.” Ben de buna benzer düşünüyorum. Ben uzun süre önce müslüman olmayan insanların cennete gidemeyeceğine dair üzüntümü aştım, çünkü benim inandığım adil Yaratıcı insanları hangi dine (veya Tanrı’yı kabul eden, etmeyen felsefeye) mensup olduklarıyla değil; iyilik-kötülük bakımdan yaptıklarıyla, Tanrı’yı aramaları ve iletişimleri konusundaki samimiyetleri, niyetleri, çabaları ile değerlendirecektir. Biraz konuyu dağıtmış oldum, şunu demek istiyorum. Dinin detaylarında, ritüellerinde boğulmaktan ve o konuda obsesif olmaktansa, dinin manasına (yani gönül ile Yaratıcının yakınlığı konusuna) önem verilirse bence hem insanların kendileri için, hem de etraflarındaki onlar gibi düşünmeyen insanlar için çok daha güzel bir dünyada yaşayabiliriz.

Klasik islam anlayışının bence üçüncü problemi dinde reform konusunda çok çekingen davranılması. Aslında bu konu ile alakalı uzun süre önce bir MFP yazısı yazmıştım (link). O yüzden bu kısmı çok uzun tutmayacağım. “Global olarak insanlığın vicdanı,” zaman içinde değişen, gelişen bir kavram. Bence İslam, insanlığın vicdanının söyledikleri ile yeniden tevil edilmezse; sert ve literal olarak alınırsa; çağla buluşamayacak ve asıl amacı olan Yaratıcı ile bağlantıyı tam olarak sağlayamayacaktır. Çünkü biz çağımızın çocuğuyuz. Dinin esnek ve metaforik görülmesi bence elzem. Bu son problemi ve yazımı daha önce paylaştığım bir tweet’imle bitireyim. Sinan Canan, Nassim Nicholas Taleb’den bir çeviri yaparak şöyle yazmıştı: “Modernitenin en büyük sorunu, dinin literal, bilimin ise metafor olarak kullanılması. Halbuki tam tersi olmalıydı.” Ben de eklemiştim: “Bence de bilim ve felsefeyi literal, dini metaforik olarak almak lazım. Bir de din, felsefe, bilim; bunların hiç birini amaç haline dönüştürmemek ve bunları güzel hayata ulaşacak birer araç olarak kullanmak lazım.”

Selamlar, sevgiler,

-İsa Hafalır
@isaemin

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski