Bilinç, Tanrı, İnanç, Din


Fiziksel kainatı (elimizden gelen) en güzel şekilde açıklayan ve fiziksel kainattan başka şeyle ilgilenmeyen bilimin açıklama getiremediği en önemli şey bence bilinç. Bilinç nedir? Neden ve ne şekilde içimizde olanları subjektif olarak deneyimliyoruz? Düşüncelerimiz, duygularımız, hislerimiz, hayallerimiz, planlarımız beynimizdeki nöronlar ve nöron grupları ile korelasyon halinde olsa bile, neden bütün bunların bir iç deneyimlenmesi var? Bu soru bilimin aciz kaldığını kabul ettiği bir soru. Kimileri bu bir ilüzyon diyor, kimileri henüz anlayamadık/açıklayamadık ama bu açıklayamayacağız demek değil diyor. Bu konuda bana en mantıklı gelen teori David Chalmers’ın başını çektiği, bilinci kainattaki 4 temel kuvvet gibi temel prensiplerden birisi olarak görmek (veya “panpsychism;” veya bilincin 5. Boyutta bir varlığının olması).

En materyalist bilim adamları bile bilinç ile beraber “özgür irade” konusunda tatmin edici açıklamalarda bulunamıyor. Ben neyim? Sadece atomlar, moleküller, hücrelerden oluşan bir beden miyim? O zaman bu iç deneyimlemeyi, bilincimi, nereye koyacağım? Eğer materyalistlerin dediği üzere bir an önceki durum, bir an sonraki durumu kesin veya (kuantum mekaniğine göre) olasılıksal belirliyorsa, ben bu satırları yazarken kendi iradem diye bir şey hiç yok mu? Bilim bu sorulara da bir gün bir cevap verirse bence materyalizm son kalesini de fethetmiş olacaktır; ama şimdilik bu kale çok sağlam bir kale.

Ben bilimi çok seviyorum, hatta ona aşığım diyebilirim. Bilim insanlığın kollektif aklı. Atom altı parçacıklardan gözlemlenen kainatın en büyük yıldızlarına, kara deliklerine kadar yanlışlanabilir teoriler ile her şeyi izah etmeye çalışıyor. Bilim değişime açık, bilim mütevazi. Çünkü ne kadar çok bilirseniz aslında o kadar az bildiğinizi anlıyorsunuz; yeni cevaplar daha zor soruları doğuruyor. Bilim kainatı açıklamaya çalışıyor, bu çok ama çok değerli. Ama Dücane hocanın enfes sözü ile: Bilim aydınlatıyor, ama ısıtmıyor. Yani sadece açıklıyor, ama anlam vermiyor.

Bir anlam bulmaya çalışıyoruz kendimize, canlılığımıza, bilincimize, özgür irademize. Bilim bize yeterli gelmiyor; gelemez zaten, bilim o kısımla ilgilenmiyor. Felsefe ve inanç burada devreye giriyor. Zaten varlığına emin olabildiğimiz tek şey kendi varlığımız, yani kendi bilincimiz. Peki diyoruz, bireysel bilinç varsa (ki var); bir üst bilinç, bir mükemmel bilinç, bir Tanrı var mıdır? Tanrı varsa ve 4 boyutun üzerinde bir şeyse, ona dair 4 boyuta hapsolmuş kişiler olarak ne anlayabiliriz? Tanrı’yı bilebilir miyiz? Yoksa sadece Tanrı’nın ne olmadığını mı bilebiliriz? Tanrısal—yani Tanrı’yla ilgili onun 4 boyuta düşen özellikleri—üzerinde ne söyleyebiliriz? Tanrı mutlak güçlü, mutlak bilen, ve mutlak iyi midir? Öyle olmak zorunda mıdır? Öyleyse “kötülük problem”ni nasıl açıklayabiliriz? Tanrı kainata müdahale ediyor mu? Tanrı insanlarla irtibata geçiyor mu?

Bu çıldırtıcı sorular değişik inançları doğuruyor. İnançlar ispatlanabilecek şeyler değil. Ancak değişik göstergeler görüyoruz, değişik hislere kapılıyoruz; bir şeye karar vermemiz gerektiğini düşünüyoruz, ve sonrası “leap of faith” oluyor; yani bir inanca—arada boşluk bırakarak, ispatlı bir şekilde değil, ama—varsayarak “zıplıyoruz.” İnanç içte yaşanan bir şey. İnanç bir maneviyat, bir “spirituality,” fizik aleminin ötesinde bir şeyler hissetmek. İnanç bir anlam arayışı. Ben neyim, neden buradayım, nereye gidiyorum sorularına verilebilecek kısa yol cevap denemeleri. İnanç bizi ısıtacak, içteki boşluğu bir şekilde dolduracak kişisel bir deneyim. İnanç aydınlatmasa da ısıtabiliyor.

Reza Aslan’ın ifadeleriyle inancı kendimize ve başkalarına ifade edebilmek için metaforlara, sembollere, bir çeşit dile ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu dil de din oluyor. Başlıcalarını sayarsak, Tanrıya inanmıyorum diyerek ateist, Tanrı var mı yok mu bilemiyorum/ilgilenmiyorum diyerek agnostik, Tanrı vardır ama kainatın Tanrı ile bir bağlantısı yoktur diyerek deist, Tanrı kainattır diyerek panteist, Tanrı kainat ve fazlasıdır diyerek panenteist, tüm objelerde Tanrısal bir ruh var diyerek animist, Yüksek Tanrı vardır/olabilir ama değişik özellikli Tanrılar vardır diyerek politeist, (kainata müdahil) tek Tanrı vardır diyerek monoteist oluyoruz.

Çoğumuzun “spiritual” olmakla kalmayıp kendimizi (genel manasıyla) bir din üzerinden tanımlamamız, hem kafamızın rahatlığı bakımından, hem de o dinin geliştirdiği semboller, metaforlar, mitler, ritüeller üzerinden inancımızı aksiyona geçirebilmemiz, o anlatılamaz deneyimi anlamaya/anlatmaya yaklaşmamız, Tanrı ile ne şekilde irtibata geçebileceğimize dair bir yol bulmamız bakımından doğal bir seçim. Tanrı’ya ne isim vereceğiz mesela? Kainat mı, Manitou mu, Brahman mı, Ahura Mazda mı, Yahweh mi, Elohim mi, God mı, Allah mı? Tanrı’ya şükrümüzü ve isteklerimizi nasıl arzedeceğiz mesela? Mesela ölümden sonra bir hayat var mı, varsa nasıl olacak? Bu ve benzeri sorulara dair dinler bize cevaplar sunuyorlar, o yüzden değerliler.

Ancak günümüz insanları klasik dinlerden—literal alınırsa akla ve vicdana yatırılmakta zor olan kısımlarını düşünmeye başlamalarından olsa gerek—yavaş yavaş bir uzaklaşma içindeler. Ateizm, agnostisizm, deizm’de, ve dinsiz “spiritualizm”de bir artma olacağını öngörüyorum bu sebeple. Bazıları kendilerince çıkar yollar bulup dinleri daha simgesel ve metaforik alıyor, dinin detaylarına değil de ana fikirlerine odaklanarak kendilerince dinleri yaşamaya çalışıyor.

Bence din ne düşman olunacak, ne de ölümüne savunulacak bir şey. Din, kişisel ve toplumsal bir arayış; kendine mana bulma, Tanrı’ya ulaşma arayışı. İnsanın anlam arayışı bitmeyeceğine göre, dinler de değişik şekillerde evrilerek devam edecek; ve bu bence güzel bir şey; çünkü anlamsız bir hayat, boş bir hayat.

-İsa Hafalır
@isaemin

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski