6) Zaman gazetemizin epeyi önce dağıttığı iki ciltlik muhtasar Osmanlı Tarihi
kitabında okuduğum, Osmanoğulları’nın Karamanoğullarına hücum ederek Karamanoğulları Beyliğini ortadan kaldırmasının şer’î altyapısını ve
mazeretini oluşturan şu ulema ictihadını hala hatırlarım:
“Manî-i gaza’ya gaza, gaza-i ekberdir”!
Karşısındakini “mani-i gaza”, yani benim gaza ve cihadıma mani oluyor
şeklinde bir Şeyhulislam fetvasıyla damgalayıp, arkasından da ona karşı
gaza etmek “gaza-i ekber”dir, yani en büyük gazadır, en büyük cihattır
deyup, defterini dürüyor.
Bizim klasik, geleneksel Sünnî akîdemizde devlet olmazsa olmazdır. Biz
devletsiz edemeyiz! Devlet-i ebed müddet... Devlet, bizim geleneksel Sünnî
ulemamızın kızıl elma’sıdır!
İslam’ın uzak geçmiş asırlarını, yakın geçmiş asırlarını, oldukları yerlerde
ve zamanlarda bırakalım. Olan oldu, yaşanan yaşandı ve hepsi tarihin tozlu
raflarında yerlerini aldılar.
بسم... تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا
كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek
değilsiniz. diyor Rabbimiz, Bakara 134’de. Asrımıza, günümüze gelelim.
7) Bu arada, yeri gelmişken, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları üzerine de
birkaç kelam edelim.
Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, batı karşısında evvela harp meydanlarında
mağlubiyetler almaya başlayınca ve buna binaen toprak kayıpları başlayınca,
Saray ve devlet erkânı, haliyle, bu konuya eğildiler, çareler aradılar,
tedbirler geliştirmeye çalıştılar.
Ne yaptılarsa olmadı. Mağlubiyetler ve toprak kayıpları durdurulamadı.
Devlet gittikçe zayıfladı, kuvvetten düştü, küçüldü, sonunda da hâk ile
yeksân olup tarihe karıştı.
Ulemamız bu uzun inkıraz/yıkılma sürecini “boyunduruğun yere bırakıldığı
son üç asır” tabiriyle ifade ediyor!
Tanzîmât Fermanları, Islahat Fermanları, Gülhane Hatt-ı Hümayûn’ları,
Vak’a-i Hayriyyeler, Nizam-ı Cedid’ler, Asakir-i Mansure-i
Muhammediyye’ler, Mecelle’ler, Meclis-i Mebûsânlar, Meşihat-i İslamiyyeler,
Mekteb-i Sultanîler, Mekteb-i Tıbbiyyeler, Mekteb-i Mülkiyyeler,
Mühendishane-i Bahri-i Hümayûnlar, Mühendishane-i Berri-i Hümayûnlar,
vesaire... bütün bu ve benzeri modernleşme ve çağa ayak uydurma çabaları ve
gayretleri kifayet eylemedi, yeterli olmadı ve kendisini Devlet-i Ebed
Müddet addeyleyen, kabul eden Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye göçtü gitti.
Bilhassa Devlet-i Âliyye’nin son asrında, bu işlere kafa yoran, her saf ve
sınıftan, Osmanlı okumuş yazmışları, münevverleri arasında, kuvvetli bir
damar olarak, “dinin terakkiye mani olduğu” tezi vücud buldu ve yaygınlaştı.
Bu konu, müdafileri ve muarızları arasında, uzun müddet tartışıldı ve bu
“din terakkiye manidir” damarı varlığını, kökleşerek sürdürdü.
İttihad ve Terakki Fırkası içinde de bu tez yaygın olarak savunuluyordu.
Mustafa Kemal ve silah arkadaşları da zaten gökten zenbille yeryüzüne
inmediler.
Onlar, Osmanlı Erkan-ı Harbiyyesinin (Genel Kurmayının) en parlak ve
donanımlı kurmay zabitânı idiler. Amma, kafaları ve gönülleri din, yani
İslam konusunda karışık idi.
Kendi zihin ve gönül dünyalarında ciddi gelgitler yaşıyorlar, dini, yani
İslam’ı, hem kendi hayatlarında, hem de cemiyet hayatında nereye
koyacaklarını net olarak bilemiyorlardı.
Hatta bunlardan, Pozitivizm’i benimseyen bazıları için ise, din çoktan
gündem dışıydı, yani i’rabdan mahalli yok idi!
Eğri oturup, doğru düşünmeli, doğru akletmeli, elimizi vicdanımıza koymalı,
insafı elden bırakmadan empati yapmalıyız.
Bu insanlar uzaydan gelmediler. Çağdaşları olan Batı’daki fikir
akımlarından etkilenerek, dini terakkiye mani görürken, içinde doğup
büyüdükleri Osmanlı cemiyyetini esas alıyorlardı.
Hurafelerle, kocakarı masallarıyla, cehaletle, üfürükçülükle, cincilikle,
yeniliklere ve yenileşmeye muhalif ham softa ve kaba yobazlıkla ve benzeri
sayısız illetlerle mefluç (felç olmuş) vaziyetteki Osmanlı müslüman
cemiyetine bakıyorlardı...
Osmanlı müslüman cemiyyetinin bu haline dair hazîn ifadeleri, İslamcı
şairimiz Mehmet Akif’in şiirlerinde mebzul (bol) miktarda görebiliriz.
Asırlar içinde, değişemeyen, kendini yenileyemeyen, güncelleyemeyen
cemiyet, giderek kokuşmuş ve maddeten ve manen çürümeye yüz tutmuştu.
Bu ictimaî gerileme kendiliğinden ve kendi kendine pat diye bir anda
meydana gelmedi.
Saray, yani Saltanat ve buna bağlı devlet erkânı ve ULEMA VE MEŞAYİH,
özelde Osmanlı müslüman cemiyyetini, genelde de, hakimiyyeti altında
tuttukları Arap ve diğer bütün müslüman teb’ayı ve cemiyyetteki İslamî
hayatı dondurdular, kokuttular, yozlaştırdılar ve çürüttüler.
Burada kasdettiğim bizatihî İslamın kendisi değil, Osmanlı cemiyyetinin
müslümanlığıdır. Yani, din değil, İslam değil, dinin, yani İslam dininin
cemiyyet hayatında ete kemiğe bürünmüş hali olan müslümanlık dondu,
donuklaştı, kokuştu.
Benim gözümde diyanet, dinin ete kemiğe bürünüp, cemiyet hayatında
görünmesidir.
Devlet-i Âliyye yıkılıp, onun enkazından bir TC Devleti’nin kurulması
aşamasına gelindiğinde, son Osmanlı münevverlerini teşkil eden M. Kemal ve
silah arkadaşlarının zihinleri ve gönülleri işte bu mes’elelerle meşgul idi.
Ve MAALESEF yaşadıkları acı tecrübeler, devletin sür’atle yıkıma gidişini
durduramayışları, Balkanlarda ve diğer bütün cebhelerde şahid oldukları
mezalim ve daha birçok acılar ve hatalar ve bunlara bağlı muazzam toprak
kayıpları onları dine, yani İslama uzak hale getirdi.
Devlet-i Aliyye’yi yıkan Batılı güçlerin, biz Müslüman Türklere ve Kürtlere
ve Anadolu’nun bilumum Müslüman halklarına, şu küçücük Anadolu coğrafyasını
dahi çok görerek, bırakmak istemediklerini, sağını, solunu, ötesini, berisini işgal ettiklerini, Yunan’a işgal ettirdiklerini ve son bir gayretle son Karakol dediğimiz Anadolu’yu M. Kemal ve silah arkadaşlarının askeri dehalarıyla ve önderlikleriyle nasıl kurtardığımızı, yani İstiklal Harbimizi iyi öğrenmemiz boynumuzun borcudur. Anadolu’nun kurtarılması için ne bedeller ödendiğini asla unutmamamız gerekir.
Bu konuyu çok ama çok iyi anlamamız lazım.
Yani, bu insanların neden dine uzak kaldığı/uzak durduğu ve dolayısıyla da,
kuruluşuna liderlik ve öncülük ettikleri Türkiye Cumhuriyeti devletini
dindarlardan neden sakındıkları konusunu çok iyi tahlil etmemiz ve bu
kadronun zihni arka planını çok iyi teşhis ve tespit etmemiz lazım…
8) Bu öyle, kolayca, “Efendim, onlar dinsizdiler, din düşmanıydılar. Bu
sebeple yeni TC Devletini dinden ve dindardan uzak tuttular” demekle işin
içinden çıkamayız. Bunu demek kolaycılıktır, mes’elenin künhüne, aslına,
iç yüzüne HİÇ AMA HİÇ vakıf olmamaktır, tabir-i diğerle MOLLALIKTIR!. İşin
aslını astarını anlamadan, dinlemeden, kafa yormadan, incelemeden,
basmakalıp işkembe-i kübradan atmaktır (konuşmaktır, yazmaktır).
Bu insanların neden dine ve dindara cephe aldıklarını, neden dini, yani
İslamı terk ettiklerini, neden dine ve dindara karşı olduklarını çok ama çok
ciddi olarak araştırmalı ve anlamalıyız.
Bugün de dine küskün, dine mesafeli, dine uzak toplum kesimlerini anlamak
istiyorsak, evvela empati yapmalıyız. Kendimizi onların yerine koyup,
onların zihin ve gönül dünyalarını doğru anlamaya, doğru okumaya, doğru
çözmeye gayret etmeliyiz. Onların gözünde nasıl göründüğümüzü anlamak
zorundayız. Basmakalıp ahkam kesmekle, beylik laflar üretmekle olmaz bu işler.
Ne TC Devletini kuran kadro uzaydan geldi, ne de Türkiye’nin dine ve
diyanete bîgane ve kayıtsız kesimleri uzayda yaşıyorlar.
İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batırmakla mükellefiz. “Urfa’da
Oxford vardı da biz mi gitmedik?” demiş, diyenlerden biri. Doğru demiş!
Aynen öyle de, “memlekette, dünyayı ve çağını doğru okuyan, doğru
yorumlayan ve buna istinaden, buna doğrudan bağlı olarak da, dinini doğru
okuyan, doğru anlayan, adam gibi adam, müslüman-lar var mıydı da, bu
insanlar dine küstüler, dindara cephe aldılar?’’.
Şuna samimiyetle inanıyorum; Yaşadığı dünyayı doğru okuyamayan, doğru
çözümleyemeyen, doğru değerlendiremeyen, gerek kendi toplumunu, gerekse
dünya insanlığını doğru tanıyamayan, Türkiye’nin ve muasır dünyanın geldiği
noktayı doğru anlayamayanlar dini de doğru anlayamazlar.
Bu, dün, yani Osmanlı’nın son asrında, TC Devleti’nin kuruluş hengamesinde
böyle idi. Bugün de böyle. Yarın da böyle olacak…
Eğer biz müslümanlar, dünyamızı ve çağımızı adam gibi doğru okuyabilseydik,
son dönem Osmanlı münevverleri, aydınları dine düşman olmazlardı. Bugünün
Türkiye’sinin dine mesafeli kesimleri de din ile barışık olurlardı.
Tabii bu durum, sadece biz müslümanlarla alakalı bir durum değil.
Hristiyan alemi de bu dertten muzdarib idi. Hristiyan alemi 400 sene evvel,
Reform ile, Protestantizm ile, Katolisizmin, yani Kilisenin saltanatını ve
tahakkümünü kırdı. Amma bu uğurda büyük acılar çektiler, büyük bedeller
ödediler, büyük bunalımlar yaşadılar. Onların tarihî tecrübesi onları bağlar.
Amma, bize de oradan, yani Batı’dan alınacak dersler olmalı ve vardır.
Netice itibariyle, insanoğlunun din karşısındaki tavrı ve din ile olan
münasebetleri, dine yaklaşımı, bütün coğrafyalarda ve toplumlarda, tarih
içinde üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Bu yüzdendir ki, Rab, Adem
atamızdan bu yana, insanlığa her devirde rasuller ve nebiler göndermiş.
Son asırda, dünya ölçeğinde insanlığın giderek dinden soğumasında, dinden
uzaklaşmasında, giderek daha fazla insanın dinsizleşmesinde, ateizmin bu
denli yaygınlaşmasında din adamları güruhunun (Hristiyanlıkta Ruhban
sınıfının, bizde de Ulema taifesinin) dahli ve kusuru ve günahı çok büyüktür çok...
Bu noktada, Cumhuriyeti kuran kadroyu, yani M. Kemal ve silah
arkadaşlarını, dine ve dindara muhalefetleri yüzünden haklı görmüyorum.
Amma mazur görüyorum.
Maalesef, onların muasırı, çağdaşı olan dindarlar, onların din ile barışık
olabilmelerine imkan vermeyecek derecede ham softa ve kaba yobaz idiler.
Fildişi kulemizden inip, hayal alemlerinden uyanıp, yani intibaha gelip,
gerçeklerin çıplaklığıyla sarsılmak durumundayız.
M. Kemal’ın Bedîüzzaman’ı Ankara’ya, Meclise daveti, bana göre, benim tarih
okumama göre, büyük bir şans idi, büyük bir imkan idi.
Said-i Nursi Üstadımız, bana göre, o büyük şansı değerlendiremedi, heba etti...
‘’Paşa! Paşa! Kainatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namazdır.
Namaz kılmayan haindir, hainin de hükmü merdudddur’’ diyerek, namazı bahane
edip, amiyane tabirle, herife posta koydu ve çekti gitti.
Bana göre, büyük ve tarihi bir fırsatı fevt etti, kaçırdı.
9) O kadro, ne kadar dine ve diyanete lakayd ve mesafeli olsalar da, netice itibariyle hepsi de Osmanlı bakiyesi idiler.
Üstad, eğer aralarında kalsaydı, onların bazı aşırılıklarını kavl-i leyyin
(yumuşak söz) ile, törpüleyebilirdi, yumuşatabilirdi.
Hem o kadronun nezdinde kendisine karşı beslenen hürmet ve ta’zim
hissiyatını ve tavrını yitirmezdi, hem de, M. Kemal’e posta koyarak çekip
gittikten sonraki on yıllar boyunca, kendisine ve şakirdlerine olan o
zulümler yaşanmazdı.
Üstad Hazretleri, hayatını ve bütün varını, yoğunu, kendi güzel tabiriyle
“Hizmet-i İmaniyye ve Kur’aniyye”ye adadı.
Amma, unutmayalım ki, o da son tahlilde İslam devleti diyordu. Bunu
bilmemeniz mümkün değil. Zira, bu bir sır değil ve bunu bilmek için
müneccim olmaya da hacet yok. O hazret de devletçi idi.
Buradan Fethullah Hocaefendi’ye geçelim;
Hocaefendi de, bütün ilmine, irfanına, Allah vergisi onca üstün
meziyyetlerine ve faziletlerine rağmen, hem samimî bir Türk
milliyyetçisidir, hem de samimiyyetle İslam devletinden yanadır.
Bu bağlamda, hem Üstadımız, hem de Fethullah Hocamız, son tahlilde devlet
diyen, orta ve/veya uzun vadede devleti ele geçirmeyi hedefleyen muhterem
Sünni alimlerimizdendirler.
Bunun için izah ve isbata eminin gerek duymazsınız. Eğer bu noktada, yani
her iki Üstadımızın da devletçi oldukları noktasında izah ve isbata hacet
duyuyor iseniz, hem Üstad Hazretlerini hem de Hocaefendi’yi hiç
tanımamışsınız demektir!
Diyeceksiniz ki, “Yahu Abdullah kardeşim! Neden habire devlet, devletçi,
devlete talip olma, devleti ele geçirme deyip duruyorsun? Devlete talip
olmak niye suç olsun ki?”
Şundan dolayı sabah beridir size dil döküyorum, affınıza sığınarak
malumatfuruşluk ediyorum, bilgiçlik taslıyorum! Sizi ikna etmek gibi bir
ısrarım da yok!
Bu mes’elelere kafa yoran biri olarak, İslamcı şairimiz Necib Fazıl’ın
tabiriyle, bu işin fikir çilesini çeken biri olarak, fikriyyat ve
hissiyatımı sizinle paylaşma lüzumuna inandığım için yazıyorum.
Zira, bu güzîde Hizmetkâr topluluğunun son dönemde maruz kaldığı bu korkunç
zulümler ve gadirler beni cidden çok dâğidâr ve perişan ediyor. Üzülüyorum.
Hep dediğim gibi, bu güzel hikaye böyle bitmemeliydi. Bu şiirin kafiyesi
böyle konmamalıydı.
Maalesef, bu Hizmet Kervanına “kervancıbaşı”lık edenler Türk gibi
başladılar, Türk gibi bitirdiler. Yazık ettiler…
İslamcılık ve siyasi İslamcılık, özünde ayni şeydir.
Devleti, her ne yolla ve yöntemle olursa olsun ele geçirmeyi, arkasından
tepeden tırnağa devleti dönüştürerek İslamileştirmeyi, bununla beraber ve
peşi sıra toplumu devlet gücüyle tepeden zorlayıp İslamileştirmeyi hedefler.
Türkiye’de istisnasız bütün tarikatlar, cemaatlar, Erbakan’ın Milli Görüş
Partileri ve Akp, İslamcı damarı teşkil ederler.
Üstad Bediüzzaman ve Fethullah Hocaefendi, her ne kadar, alenen İslamcıyız
demedilerse/demiyorlarsa da, devlete sahip olma gaye-i hayalleri olduğu
için, son tahlilde onlar da İslamcıdırlar.
“Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Nur/Hizmet Cemaatiyiz!”...
Üstadımız hem “Maddi kılınç kınına girmiştir. Bu zamanda medenîlere galebe
ikna iledir” der, hem de “devletin İslamileştirilmesi için toplumun yüzde
şu kadarının iman probleminin hallolunması gerekir” der.
Hocaefendi’nin de devletin İslamileştirilmesine yönelik epey sohbetleri
vardır. Arayıp, bulup, dinleyebilirsiniz. İnternette de bolca mevcuddur.
Sünni ulemamız bu devlet saplantısından kurtulmadıkça, bizim de başımız
dertten kurtulmayacak.
10) Halbuki, Türkiye’de devleti ele geçirme yönünde harcanan emekler, devletin
halihazırdaki sahipleriyle iyi geçinmeye harcansaydı, onların meramı
anlaşılsaydı, neden devleti dindarlardan sakındıkları, devletin stratejik
kadrolarını dindarlarla paylaşmaya neden yanaşmadıkları araştırılsaydı ve
bunlara yol açan sebepler izale edilebilseydi, yani onlarla aramızdaki
güven bunalımı giderilebilseydi, onlara güven verebilseydik, onlarla gül
gibi geçinir giderdik ve hakkaniyet ve liyakat ölçüsünde dindarlar da
devletin önemli ve hassas ve hayati kadrolarında istihdam edilirlerdi.
Amma, buna yanaşılmadı. Aksine, mahrem hizmetler, mahrem imamlıklar, mahrem
ağabeylikler, mahrem vazifeler ihdas edilerek, heriflerin gözleri gibi
sakındıkları bürokratik kadrolara inatla ve ısrarla sızılmaya çalışıldı.
Hem de büyük bir hırs ve açgözlülükle...
Hulasa-i kelam, bizi bitiren bu mahrem hizmetlerdir, mahrem imamlıklardır,
mahrem imamlardır... Gerisi laf-ü güzaf...
Bütün Hizmetkâr kardeşlerimizin, başımıza bu musibetlerin neden geldiğini
düşünmeleri, buna kafa yormaları ve bu mahrem hizmetler denilen
faaliyetlerin bizim canımıza okuduğunu fark etmeleri, anlamaları gerekir.
Yanılıyorsam eğer, her şeyin en iyisini bilen molla ağabeylerimiz beni ikna
etsinler...
Saygılarımla,
Abdullah Erdemli (İsviçre)
kuruluşuna liderlik ve öncülük ettikleri Türkiye Cumhuriyeti devletini
dindarlardan neden sakındıkları konusunu çok iyi tahlil etmemiz ve bu
kadronun zihni arka planını çok iyi teşhis ve tespit etmemiz lazım…
8) Bu öyle, kolayca, “Efendim, onlar dinsizdiler, din düşmanıydılar. Bu
sebeple yeni TC Devletini dinden ve dindardan uzak tuttular” demekle işin
içinden çıkamayız. Bunu demek kolaycılıktır, mes’elenin künhüne, aslına,
iç yüzüne HİÇ AMA HİÇ vakıf olmamaktır, tabir-i diğerle MOLLALIKTIR!. İşin
aslını astarını anlamadan, dinlemeden, kafa yormadan, incelemeden,
basmakalıp işkembe-i kübradan atmaktır (konuşmaktır, yazmaktır).
Bu insanların neden dine ve dindara cephe aldıklarını, neden dini, yani
İslamı terk ettiklerini, neden dine ve dindara karşı olduklarını çok ama çok
ciddi olarak araştırmalı ve anlamalıyız.
Bugün de dine küskün, dine mesafeli, dine uzak toplum kesimlerini anlamak
istiyorsak, evvela empati yapmalıyız. Kendimizi onların yerine koyup,
onların zihin ve gönül dünyalarını doğru anlamaya, doğru okumaya, doğru
çözmeye gayret etmeliyiz. Onların gözünde nasıl göründüğümüzü anlamak
zorundayız. Basmakalıp ahkam kesmekle, beylik laflar üretmekle olmaz bu işler.
Ne TC Devletini kuran kadro uzaydan geldi, ne de Türkiye’nin dine ve
diyanete bîgane ve kayıtsız kesimleri uzayda yaşıyorlar.
İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batırmakla mükellefiz. “Urfa’da
Oxford vardı da biz mi gitmedik?” demiş, diyenlerden biri. Doğru demiş!
Aynen öyle de, “memlekette, dünyayı ve çağını doğru okuyan, doğru
yorumlayan ve buna istinaden, buna doğrudan bağlı olarak da, dinini doğru
okuyan, doğru anlayan, adam gibi adam, müslüman-lar var mıydı da, bu
insanlar dine küstüler, dindara cephe aldılar?’’.
Şuna samimiyetle inanıyorum; Yaşadığı dünyayı doğru okuyamayan, doğru
çözümleyemeyen, doğru değerlendiremeyen, gerek kendi toplumunu, gerekse
dünya insanlığını doğru tanıyamayan, Türkiye’nin ve muasır dünyanın geldiği
noktayı doğru anlayamayanlar dini de doğru anlayamazlar.
Bu, dün, yani Osmanlı’nın son asrında, TC Devleti’nin kuruluş hengamesinde
böyle idi. Bugün de böyle. Yarın da böyle olacak…
Eğer biz müslümanlar, dünyamızı ve çağımızı adam gibi doğru okuyabilseydik,
son dönem Osmanlı münevverleri, aydınları dine düşman olmazlardı. Bugünün
Türkiye’sinin dine mesafeli kesimleri de din ile barışık olurlardı.
Tabii bu durum, sadece biz müslümanlarla alakalı bir durum değil.
Hristiyan alemi de bu dertten muzdarib idi. Hristiyan alemi 400 sene evvel,
Reform ile, Protestantizm ile, Katolisizmin, yani Kilisenin saltanatını ve
tahakkümünü kırdı. Amma bu uğurda büyük acılar çektiler, büyük bedeller
ödediler, büyük bunalımlar yaşadılar. Onların tarihî tecrübesi onları bağlar.
Amma, bize de oradan, yani Batı’dan alınacak dersler olmalı ve vardır.
Netice itibariyle, insanoğlunun din karşısındaki tavrı ve din ile olan
münasebetleri, dine yaklaşımı, bütün coğrafyalarda ve toplumlarda, tarih
içinde üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Bu yüzdendir ki, Rab, Adem
atamızdan bu yana, insanlığa her devirde rasuller ve nebiler göndermiş.
Son asırda, dünya ölçeğinde insanlığın giderek dinden soğumasında, dinden
uzaklaşmasında, giderek daha fazla insanın dinsizleşmesinde, ateizmin bu
denli yaygınlaşmasında din adamları güruhunun (Hristiyanlıkta Ruhban
sınıfının, bizde de Ulema taifesinin) dahli ve kusuru ve günahı çok büyüktür çok...
Bu noktada, Cumhuriyeti kuran kadroyu, yani M. Kemal ve silah
arkadaşlarını, dine ve dindara muhalefetleri yüzünden haklı görmüyorum.
Amma mazur görüyorum.
Maalesef, onların muasırı, çağdaşı olan dindarlar, onların din ile barışık
olabilmelerine imkan vermeyecek derecede ham softa ve kaba yobaz idiler.
Fildişi kulemizden inip, hayal alemlerinden uyanıp, yani intibaha gelip,
gerçeklerin çıplaklığıyla sarsılmak durumundayız.
M. Kemal’ın Bedîüzzaman’ı Ankara’ya, Meclise daveti, bana göre, benim tarih
okumama göre, büyük bir şans idi, büyük bir imkan idi.
Said-i Nursi Üstadımız, bana göre, o büyük şansı değerlendiremedi, heba etti...
‘’Paşa! Paşa! Kainatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namazdır.
Namaz kılmayan haindir, hainin de hükmü merdudddur’’ diyerek, namazı bahane
edip, amiyane tabirle, herife posta koydu ve çekti gitti.
Bana göre, büyük ve tarihi bir fırsatı fevt etti, kaçırdı.
9) O kadro, ne kadar dine ve diyanete lakayd ve mesafeli olsalar da, netice itibariyle hepsi de Osmanlı bakiyesi idiler.
Üstad, eğer aralarında kalsaydı, onların bazı aşırılıklarını kavl-i leyyin
(yumuşak söz) ile, törpüleyebilirdi, yumuşatabilirdi.
Hem o kadronun nezdinde kendisine karşı beslenen hürmet ve ta’zim
hissiyatını ve tavrını yitirmezdi, hem de, M. Kemal’e posta koyarak çekip
gittikten sonraki on yıllar boyunca, kendisine ve şakirdlerine olan o
zulümler yaşanmazdı.
Üstad Hazretleri, hayatını ve bütün varını, yoğunu, kendi güzel tabiriyle
“Hizmet-i İmaniyye ve Kur’aniyye”ye adadı.
Amma, unutmayalım ki, o da son tahlilde İslam devleti diyordu. Bunu
bilmemeniz mümkün değil. Zira, bu bir sır değil ve bunu bilmek için
müneccim olmaya da hacet yok. O hazret de devletçi idi.
Buradan Fethullah Hocaefendi’ye geçelim;
Hocaefendi de, bütün ilmine, irfanına, Allah vergisi onca üstün
meziyyetlerine ve faziletlerine rağmen, hem samimî bir Türk
milliyyetçisidir, hem de samimiyyetle İslam devletinden yanadır.
Bu bağlamda, hem Üstadımız, hem de Fethullah Hocamız, son tahlilde devlet
diyen, orta ve/veya uzun vadede devleti ele geçirmeyi hedefleyen muhterem
Sünni alimlerimizdendirler.
Bunun için izah ve isbata eminin gerek duymazsınız. Eğer bu noktada, yani
her iki Üstadımızın da devletçi oldukları noktasında izah ve isbata hacet
duyuyor iseniz, hem Üstad Hazretlerini hem de Hocaefendi’yi hiç
tanımamışsınız demektir!
Diyeceksiniz ki, “Yahu Abdullah kardeşim! Neden habire devlet, devletçi,
devlete talip olma, devleti ele geçirme deyip duruyorsun? Devlete talip
olmak niye suç olsun ki?”
Şundan dolayı sabah beridir size dil döküyorum, affınıza sığınarak
malumatfuruşluk ediyorum, bilgiçlik taslıyorum! Sizi ikna etmek gibi bir
ısrarım da yok!
Bu mes’elelere kafa yoran biri olarak, İslamcı şairimiz Necib Fazıl’ın
tabiriyle, bu işin fikir çilesini çeken biri olarak, fikriyyat ve
hissiyatımı sizinle paylaşma lüzumuna inandığım için yazıyorum.
Zira, bu güzîde Hizmetkâr topluluğunun son dönemde maruz kaldığı bu korkunç
zulümler ve gadirler beni cidden çok dâğidâr ve perişan ediyor. Üzülüyorum.
Hep dediğim gibi, bu güzel hikaye böyle bitmemeliydi. Bu şiirin kafiyesi
böyle konmamalıydı.
Maalesef, bu Hizmet Kervanına “kervancıbaşı”lık edenler Türk gibi
başladılar, Türk gibi bitirdiler. Yazık ettiler…
İslamcılık ve siyasi İslamcılık, özünde ayni şeydir.
Devleti, her ne yolla ve yöntemle olursa olsun ele geçirmeyi, arkasından
tepeden tırnağa devleti dönüştürerek İslamileştirmeyi, bununla beraber ve
peşi sıra toplumu devlet gücüyle tepeden zorlayıp İslamileştirmeyi hedefler.
Türkiye’de istisnasız bütün tarikatlar, cemaatlar, Erbakan’ın Milli Görüş
Partileri ve Akp, İslamcı damarı teşkil ederler.
Üstad Bediüzzaman ve Fethullah Hocaefendi, her ne kadar, alenen İslamcıyız
demedilerse/demiyorlarsa da, devlete sahip olma gaye-i hayalleri olduğu
için, son tahlilde onlar da İslamcıdırlar.
“Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Nur/Hizmet Cemaatiyiz!”...
Üstadımız hem “Maddi kılınç kınına girmiştir. Bu zamanda medenîlere galebe
ikna iledir” der, hem de “devletin İslamileştirilmesi için toplumun yüzde
şu kadarının iman probleminin hallolunması gerekir” der.
Hocaefendi’nin de devletin İslamileştirilmesine yönelik epey sohbetleri
vardır. Arayıp, bulup, dinleyebilirsiniz. İnternette de bolca mevcuddur.
Sünni ulemamız bu devlet saplantısından kurtulmadıkça, bizim de başımız
dertten kurtulmayacak.
10) Halbuki, Türkiye’de devleti ele geçirme yönünde harcanan emekler, devletin
halihazırdaki sahipleriyle iyi geçinmeye harcansaydı, onların meramı
anlaşılsaydı, neden devleti dindarlardan sakındıkları, devletin stratejik
kadrolarını dindarlarla paylaşmaya neden yanaşmadıkları araştırılsaydı ve
bunlara yol açan sebepler izale edilebilseydi, yani onlarla aramızdaki
güven bunalımı giderilebilseydi, onlara güven verebilseydik, onlarla gül
gibi geçinir giderdik ve hakkaniyet ve liyakat ölçüsünde dindarlar da
devletin önemli ve hassas ve hayati kadrolarında istihdam edilirlerdi.
Amma, buna yanaşılmadı. Aksine, mahrem hizmetler, mahrem imamlıklar, mahrem
ağabeylikler, mahrem vazifeler ihdas edilerek, heriflerin gözleri gibi
sakındıkları bürokratik kadrolara inatla ve ısrarla sızılmaya çalışıldı.
Hem de büyük bir hırs ve açgözlülükle...
Hulasa-i kelam, bizi bitiren bu mahrem hizmetlerdir, mahrem imamlıklardır,
mahrem imamlardır... Gerisi laf-ü güzaf...
Bütün Hizmetkâr kardeşlerimizin, başımıza bu musibetlerin neden geldiğini
düşünmeleri, buna kafa yormaları ve bu mahrem hizmetler denilen
faaliyetlerin bizim canımıza okuduğunu fark etmeleri, anlamaları gerekir.
Yanılıyorsam eğer, her şeyin en iyisini bilen molla ağabeylerimiz beni ikna
etsinler...
Saygılarımla,
Abdullah Erdemli (İsviçre)
