15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra Hizmet Topluluğu olarak başımıza gelenlere dair şahsi mülahazalarımdır…
1) 15 Temmuz 2016’dan bu yana bu güzide Hizmet Topluluğunun başına gelen musibetler üzerine, Hizmet karar vericilerinin ve yazar-çizer takımının, genelde söyledikleri/yazdıkları şeyler, nazara verdikleri hususlar, daha çok, mağdur ve mazlum Hizmetkar kardeşlerimizi teselli yönünde ve mağduriyet/mazlumiyet edebiyatı denilecek türden.
Elbette, zulme ve gadre uğrayan Hizmetkar kardeşlerimizin acılarını bir
nebze olsun hafifletebilmek önemli. Bu açıdan bakınca, bu yönde konuşan,
yazan kardeşlerimiz, hiç şüphesiz, mağdur ve mazlum kardeşlerimizi teselli
edebildikleri ölçüde, hayra ve sevaba giriyorlar. Rab bu şekilde yazan,
konuşan kardeşlerimizin de ecrini zayi etmeyecektir.
Amma ve lakin; İşin bir de, hatalar, ihmaller, umursamazlıklar, inatla ve
ısrarla ve her türlü ikazlara ve tembihlere rağmen hataları devam ettirmiş
olma ve ettirmekte olma, hataları ve ihmalleri hafife alma, geçiştirme,
üstünü örtme, hiçbir şey olmamışçasına, “yolun kaderi budur” deyip, olanı
biteni kadere havale ederek, işin içinden sıyrılma tarafı var...
Ayrıca, işin bir de, ihanet ve tuzak boyutu var ve ihanet edenleri ve tuzak
kuranları, kendi hallerine bırakma, onlardan hesap sormama ve adli
mercilerin de hesap sormasına yanaşmama, bu yönde bilinenleri kamuoyuyla ve
adli mercilerle paylaşmama, gizleme, ketum kalma, işi zamana bırakıp,
zamana yayıp, zamanın bu mağdur ve mazlum topluluğu temize çıkarmasını
bekleme tavrı var.
Yolun kaderi bu değil sevgili arkadaşlar. Hataların, ihmallerin,
tedbirsizliklerin, ferasetsizliklerin, basiretsizliklerin, hatta birtakım
kişilerin ihanetlerinin kaçınılmaz neticesi bu başımıza gelenler...
Bizim ne mecburiyetimiz vardı da kırk yıldır, devleti ele geçirme
hevesinden hiç geri durmadık? Devletin bütün kadroları bizim Hizmetkâr
kardeşlerimizle dolu olsaydı ne geçecekti elimize? İşte görüyoruz,
görüyorsunuz, bu müptezel siyasi İslamcılar devleti ele geçirdiler de ne
oldu? Başları göğe mi erdi yani?
Bu babda, bizim siyasi İslamcılardan ne farkımız vardı ne farkımız kaldı?
Özgür Koca’nın deyimiyle “HEPİMİZ İSLAMCIYIZ!” (Link)
Bizi batıran, memleketimizde insan içine çıkamaz hale getiren, memleketi
bize dar eden, bize “fetö” damgasını vurduran, devleti ele geçirme uğruna
oluşturduğumuz, üstüne basarak/altını çizerek, aha da buraya yazıyorum:
“mahrem hizmetlerdir, mahrem hadimliklerdir, mahrem imamlıklardır, mahrem
imamlardır, mahrem abilerdir, mahrem haberleşmelerdir, mahrem...,
mahrem..., mahrem...”.
Bizim Hizmetkâr kardeşlerimizin ne mecburiyeti vardı da, onları Bylock’a yönlendirdi içimizden birileri…?
Aşağıda yazacaklarım, doğru bulduğumdan, doğru olduğuna inandığımdan, bize
bu zulümleri reva gören heriflere hak verdiğimden değil... Sadece ve sadece
gerçeklerin böyle olduğunu düşündüğümden…
TC Devleti de dahil olmak üzere, dünyadaki bütün devletler zalimdir, insafsızdır, merhametsizdir. Alî (yüksek) menfaatleri uğruna savaşlara girdikleri gibi, lüzumuna hükmettiklerinde, bekalarına kast olunduğuna kanaat getirdiklerinde, kendilerini, rejimlerini, vatanlarının ve milletlerinin bölünmez bütünlüğünü tehlikede gördüklerinde, karşılarındakiler vatandaşmış, değilmiş, gençmiş, ihtiyarmış, çolukmuş, çocukmuş, suçluymuş, suçsuzmuş… ayırt etmez, kimsenin gözünün yaşına bakmaz, topyekun defterlerini dürerler.
Devletler bu manada seri katildirler.
Kim devleti ele geçirmeye yeltenirse, bırakalım din kardeşliğini, babalarının oğlu olsanız, peygamber torunu olsanız, gözünüzün yaşına bakmaz, sizi hâk ile yeksân ederler, yerle bir ederler. Peygamber torunlarına, Âl-i Beyt’te merhamet etmeyen o günün Muaviyeleri, Yezidleri, Mervanları, falanları, filanları, feşmekanları gibi, bugünün siyasi İslamcı Yezidleri, Süfyanları vesaireleri de size, bize merhamet etmediler.
Fethullah Hocamız, onca Allah vergisi üstün meziyetlerine, engin ilmine ve
irfanına rağmen, bunun böyle olacağını göremedi.
Zira, yakın çevresinde, yapılan yanlışlar, hatalar, tedbirsizlikler vesaire
hususlarda, kendisine itiraz edebilecek evsaf ve kalibrede, dünyayı doğru
okuyan ve dini de doğru anlayan, medeni cesaretli, sosyal bilimlerde
uzmanlaşmış, genç, cevval kabiliyetler yoktu.
Dünyayı doğru okuyamayan, dini de doğru anlayamaz. Zira, din sadece Ahiret
için değil. Kaldı ki Ahiretimizi de bu dünyada kazanma durumundayız.
Dinimizi dünya hayatında nasıl ete kemiğe büründüreceğiz?
Dünyayı, hayatı, olayları, toplumları ve insanları doğru okuyarak, doğru
anlayarak, doğru tanıyarak...
Devlet aklının nasıl çalıştığını akletmemek, anlayamamak, düpedüz, dünyayı
yanlış okumaktır.
Dershanelerimizle, okullarımızla hem Türkiye’de hem dünyada, kaliteli,
dürüst, çağın gerektirdiği evsafla donanımlı gençler yetiştiriyorduk. Ne
olurdu, gençlerimizi devlet kadrolarına zorlamasaydık da dileyen dilediği
yere, kendi kişisel çabalarıyla girseydi?
2) Memlekette, bize duyulan kin, nefret ve öfkenin yegâne sebebi, senelerce,
inatla ve ısrarla bu tehlikeli hevesin peşinde koşmuş olmamızdır. Bizi,
devlete sızma hedefimiz yüzünden bitirdiler. Değilse, bize niye düşman
olsunlar ki..?
Bizim okullarımızdan mezun olan gençlerin, yani, sevdiğimiz tabirle,
Anadolu evladının, istediği yere girmesine karşı çıkan yok ki. İsteyen
istediği yere müracaat eder, imtihanlarına, mülakatlarına girer. Başarılı
olursa, gider, orada çalışır, vatanına, milletine hizmet eder.
Almıyorlarsa da girmez! Bu kadar basit! Buna muhalefet eden yok ki.
Amma..., biz bunu mahremiyete büründürerek organize ettik senelerce...
İşte bu yanlış idi, hata idi. Hem de affedilmez, müsamaha gösterilmez,
tolere edilmez bir hata idi.
Biraz empati yapın yahu! Siz olsaydınız onların yerinde, siz de aynı şeyi
yapardınız.
Burada mes’ele, gariban Anadolu evladının, kendi ülkesinin “anasının ak
sütü gibi” girmesi helal olan kurumlarına girmek istemesi değil.
Mes’ele, bizim bunu mahrem usul ve yöntemler geliştirerek, mahremiyete
büründürerek ve üstelik, bunu da büyük bir hırsla ve açgözlülükle, “bizim
uşaklardan başka hiçbir gencin girmesine meydan vermemecesine”, “Rabbenâ
hep banâ” görgüsüzlüğüyle yapmamız...
O kurumlara giren diğer uşaklar da Anadolu evladı. Onlar uzaydan
gelmiyorlar.
Bıraksaydık, mahrem organizasyonlara kalkışmasaydık, mezunlarımızı örgütlü
biçimde değil de kendi kişisel çaba ve gayretleriyle, eğer isterlerse, o
kurumlara girmelerine imkan tanısaydık, böyle bütün kin, nefret ve hased
şimşeklerini ve oklarını üzerimize çekmezdik.
Bu mahrem işleri eleştirmek, mezunlarımıza “gidin köyünüzde, kasabanızda
çoban olun” demek değil ki. Neden bunu anlamaya yanaşmıyoruz?
Rab bize, 170 küsur ülkede hizmet imkânı bahşetmişti. Onca ülkede, bizi
hüsn-ü kabul ve hüsn-ü teveccühle serfiraz kılmıştı. Dünyada, gıptayla
gözlerinin içine bakılan güzide bir topluluk olmuştuk.
Bir şair-i şehîrimiz (!)
“Ver cüceye onun olsun şairlik,
Benim gözüm büyük san’atkârlıkta” demiş. Doğru demiş.
Amma, biz, maalesef, dünyada gözünün içine bakılan büyük san’atkâr olmak
varken, köhne memleketin köhnemiş kurumlarına gözümüzü dikerek, cüceliği
tercih ettik!
Bu kadar aşikâr, bu kadar apaçık!
Her seviyeden eğitim müesseselerimizle, insani yardım faaliyetlerimizle,
kültürler ve dinler arası hoşgörü ve diyalog faaliyetlerimizle GLOBAL BİR
İYİLİK HAREKETİ olabilecekken, Türkiye’nin darlığına, güdüklüğüne kendimizi
mahkum ettik.
Sonunda ne oldu?
Herifler, bize memleketimizde cüceliği bile çok gördüler. Bize “fetö”
dediler. Değer miydi? Değdi mi?
Vallahi de değmezdi, billahi de değmezdi, tallahi de değmezdi…
Bu kabilden, ciddi ve sarsıcı bir nefis muhasebesi, Hizmet muhasebesi
yapmaya mecburuz.
Nefsimize zor da gelse, ağır da gelse, bu muhasebeyi, en ağır şekliyle
yapmak mecburiyetindeyiz.
Bunları dile getirmenin moral ve maneviyat bozmakla hiçbir alakası yok.
3) Her birimiz, her bir Hizmetkâr kardeşimiz bu muhasebeyi, bu can alıcı, can
yakıcı detaylarıyla ve ciddi ciddi her şeyimizi sorgulayarak yapmalı.
Bu hezimetin ve bu hezimete yol açan sebeplerin, saiklerin, fiillerin,
kararların ve tabii ki bunların sorumlularının sorgulanmadık hiçbir yanı,
yönü kalmamalı. Dersler çıkarılmalı. Hem de bütün Hizmetkârlar tarafından.
Bu muhasebe ve sorgulama ihtiyacı, zarureti, mecburiyeti kesinlikle
ıskalanmamalı.
Neden bunları alenî konuşuyoruz? Neden konuşmayalım ki?
Her şeyi açık açık müzakere ve mütalaa etmenin ne mahzuru olabilir?
Mahremiyet ve gizlilik eğilimi genlerimize, dokularımıza, kimyamıza işlemiş.
Türkiye’de bittik, bitirildik. Kısa, orta ve uzun vadede, dünyada da aynı
akıbete dûçâr olmak istemiyorsak, eğri oturup, doğru konuşmamız lazım.
Bulunduğumuz ülkelerde, buzlu cam gibi değil, şeffaf cam gibi olmalıyız.
Bize bakan, şeffaf cama bakar gibi, bizim içimizi, dışımızı görmeli,
görebilmeli.
Memlekette yaptığımız ve helakımıza sebep olan mahrem alışkanlıkları,
mahrem işleri terk etmeliyiz. Bunu da her bir Hizmetkâr kardeşimiz duymalı,
öğrenmeli, içselleştirmeli.
Bu yüzden bendeniz bütün fikir ve kanaatlerimi tanıdığım, bildiğim herkesle
alenen ve açıkça paylaşıyorum.
Bundan da hiç gocunmuyorum. Niye gocunayım ki! Yarası olan gocunur
demişler. Doğru demişler.
Hem baştan beri yazdıklarım sır değil ki. Memlekette de, dünyada da, gizli
işleri bilmesi gerekenlerin, bu amaçla örgütlenenlerin, yani erbabının
zaten bildiği şeyler.
Her şeyimizle, her halimizle, her yönümüzle şeffafiyet şart ve olmazsa
olmaz... Ben bunu bilir, buna inanır, bunu söylerim...
Hocaefendi’ye iki hususta itirazım ve eleştirim var:
- Allah vergisi onca üstün meziyetlerine rağmen, devlette kadrolaşma
hevesinin tehlikelerini göremedi.
- Etrafına sadece mollaları topladı.
“Molla” benim jargonumda, “dünyayı doğru okuyamayan” demek! Kim ki dünyayı
doğru okuyamıyorsa, dünyanın, tabii ki bu arada Türkiye’nin de, güncel
gerçeklerini doğru kavrayamıyorsa, molla’dır!
Kılık, kıyafet, diploma vs önemli değil!
Türkiye’de devlete sızmanın tehlikesini görememek mollalıktır!
Türkiye’de bunu fark edemeyip, arabayı duvara toslatanlar, bununla da
kalmayıp, uçuruma yuvarlatanlar, öngörüsüzdür, basiretsizdir,
firasetsizdir, vizyonsuzdur, ufuksuzdur...!
Hocaefendi’yi bu bağlamda uyarmayanlar, ikaz etmeyenler, bu yolun çıkmaz
sokak olduğunu söyleyemeyenler de aynı cümledendir.
Sünnetullah, Allah’ın kainata koyduğu kanunlardır ve hata kabul etmez,
hatayı yapanların Müslüman/kafir/münafık/vs olduğuna da hiç bakmaz.
Bıçak ile tedbirsiz ve dikkatsiz oynuyorsanız, elinizi, ayağınızı
kesersiniz.
Su ile tedbirsiz, dikkatsiz oynuyorsanız, boğulursunuz.
Silaha oyuncak muamelesi yapıyorsanız vurulursunuz, ölmeseniz de yaralanır,
muhtemelen sakat kalırsınız…
Devlet ile kavga etmeye yeltenirseniz devletin tokadını yersiniz!
Devleti ele geçirmeye yeltenirseniz, hâk ile yeksân olursunuz, yerle bir
olursunuz.
Dikkat edin! Devleti haklı bulmuyorum, devlet haklıdır demiyorum.
Devletler, tarihteki ilk kurulan devletten, günümüze dek kurulan bütün
devletler, Müslümanlarınkiler de dahil, hatta Müslümanların kurduğu
devletler en başta olmak üzere, SERİ KATİLDİRLER. İNSAF, MERHAMET, ŞEFKAT
gibi şeyler ONLARIN KİTABINDA YAZMAZ. Ali (yüksek) MENFAATLERİ İÇİN
BABALARININ OĞLUNU BİLE KATLEDERLER!
Eğer bu mübarek Hizmet’in karar vericilerinde birazcık ufuk ve vizyon olsaydı, devleti ele geçirmek gibi hevesatın tehlikeleri konusunda Hocaefendi’yi usulünce ikaz ederlerdi.
Bizim, Müslümanlar olarak, devleti ele geçirmek gibi bir saplantımız hiç,
ama hiç olmamalıydı...
Gerisi laf-ü güzaf (boş laf) tır…
4) Devlete dair bu kanaatlerim, devletçi olduğumdan, devleti kutsadığımdan,
devletin zalim ve abus suratını beğendiğimden değil. Bilakis, devletle aşık
atılamayacağına, onunla başa çıkılamayacağına olan inancımdan.
Devletler zalimdir, gaddardır, devletlerin kitabında insaf, merhamet yazmaz.
Muaviye’nin, Abbas’ın, Selahaddin’in, Gaznevi’nin, Babür’ün, Safevi’nin,
Selçuklu’nun, Osmanlı’nın, Fatımi’nin ve dünyadaki gelmiş geçmiş bütün
devletlerin ortak karakterleri böyledir.
Sünnisiyle, Şiasıyla, biz Müslümanların yanılgısı, “din-ü devletin ikiz
kardeş olduğu” yönündeki telakkimiz, yani dinimizi devletle
özdeşleştirmemizdir.
“Din ve devlet ikiz kardeştir” anlayışından bahsediyorum. Bu anlayış biz
Müslümanların gözünde, devleti din gibi kutsallaştırıyor.
Yanlışlık burada.
Bu arada, bilirsiniz, anarşizm devleti kabul etmez. Devletsiz bir dünya
hayali ve peşindedir. Halbuki, devletsiz bir toplum düzeni düşünülemez.
Amma, devlet, Müslümanın hedefi olmamalı. Dinimizi devletsiz de pekâlâ ve
adam gibi yaşabiliriz.
İşte şimdi her birimiz AB ülkelerindeyiz, ABD’deyiz, Kanada’dayız,
Avustralya’dayız. Dinimizi yaşamakta var mı bir sıkıntımız? Hangi birimiz
şeriat ile idare olunan veya Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkeye
sığınabildik?
Ver cüceye onun olsun şairlik...!
Biz Müslüman Türkler, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizden ötürü, devleti
kutsuyoruz. Devletsiz edemeyiz sanıyoruz. Yanlışlık burada.
Ne kabir suallerinde, ne de Ahiret suallerinde, Rab bize devletinizi neden
ele geçirmediniz demeyecek.
Allah selamet versin, Fethullah Hocamız da bu devlet saplantısını aşamadı
maalesef.
5) Gültekin Bibar mollanın şu linkteki konuşması üzerine mülahazalarım :
“Hocaefendi yönlendiriliyor mu/yönlendiriliyor olabilir mi?” konusundaki
fikir ve kanaatlerimi şöyle ifade etmeye çalışayım:
Hepimizin hayatında ve imanî kemalâtımızda Hocaefendi’nin müsbet tesirleri
ve katkıları çok büyük. Rab, bu manada, kendisinden ebeden razı olsun.
Ben, kendi payıma, kırk yıldır dinlemekte ve okumakta olduğum HE’den çok
şey öğrendim, onun samîmî ve hasbî irşadlarından çok müstefîd oldum.
nebze olsun hafifletebilmek önemli. Bu açıdan bakınca, bu yönde konuşan,
yazan kardeşlerimiz, hiç şüphesiz, mağdur ve mazlum kardeşlerimizi teselli
edebildikleri ölçüde, hayra ve sevaba giriyorlar. Rab bu şekilde yazan,
konuşan kardeşlerimizin de ecrini zayi etmeyecektir.
Amma ve lakin; İşin bir de, hatalar, ihmaller, umursamazlıklar, inatla ve
ısrarla ve her türlü ikazlara ve tembihlere rağmen hataları devam ettirmiş
olma ve ettirmekte olma, hataları ve ihmalleri hafife alma, geçiştirme,
üstünü örtme, hiçbir şey olmamışçasına, “yolun kaderi budur” deyip, olanı
biteni kadere havale ederek, işin içinden sıyrılma tarafı var...
Ayrıca, işin bir de, ihanet ve tuzak boyutu var ve ihanet edenleri ve tuzak
kuranları, kendi hallerine bırakma, onlardan hesap sormama ve adli
mercilerin de hesap sormasına yanaşmama, bu yönde bilinenleri kamuoyuyla ve
adli mercilerle paylaşmama, gizleme, ketum kalma, işi zamana bırakıp,
zamana yayıp, zamanın bu mağdur ve mazlum topluluğu temize çıkarmasını
bekleme tavrı var.
Yolun kaderi bu değil sevgili arkadaşlar. Hataların, ihmallerin,
tedbirsizliklerin, ferasetsizliklerin, basiretsizliklerin, hatta birtakım
kişilerin ihanetlerinin kaçınılmaz neticesi bu başımıza gelenler...
Bizim ne mecburiyetimiz vardı da kırk yıldır, devleti ele geçirme
hevesinden hiç geri durmadık? Devletin bütün kadroları bizim Hizmetkâr
kardeşlerimizle dolu olsaydı ne geçecekti elimize? İşte görüyoruz,
görüyorsunuz, bu müptezel siyasi İslamcılar devleti ele geçirdiler de ne
oldu? Başları göğe mi erdi yani?
Bu babda, bizim siyasi İslamcılardan ne farkımız vardı ne farkımız kaldı?
Özgür Koca’nın deyimiyle “HEPİMİZ İSLAMCIYIZ!” (Link)
Bizi batıran, memleketimizde insan içine çıkamaz hale getiren, memleketi
bize dar eden, bize “fetö” damgasını vurduran, devleti ele geçirme uğruna
oluşturduğumuz, üstüne basarak/altını çizerek, aha da buraya yazıyorum:
“mahrem hizmetlerdir, mahrem hadimliklerdir, mahrem imamlıklardır, mahrem
imamlardır, mahrem abilerdir, mahrem haberleşmelerdir, mahrem...,
mahrem..., mahrem...”.
Bizim Hizmetkâr kardeşlerimizin ne mecburiyeti vardı da, onları Bylock’a yönlendirdi içimizden birileri…?
Aşağıda yazacaklarım, doğru bulduğumdan, doğru olduğuna inandığımdan, bize
bu zulümleri reva gören heriflere hak verdiğimden değil... Sadece ve sadece
gerçeklerin böyle olduğunu düşündüğümden…
TC Devleti de dahil olmak üzere, dünyadaki bütün devletler zalimdir, insafsızdır, merhametsizdir. Alî (yüksek) menfaatleri uğruna savaşlara girdikleri gibi, lüzumuna hükmettiklerinde, bekalarına kast olunduğuna kanaat getirdiklerinde, kendilerini, rejimlerini, vatanlarının ve milletlerinin bölünmez bütünlüğünü tehlikede gördüklerinde, karşılarındakiler vatandaşmış, değilmiş, gençmiş, ihtiyarmış, çolukmuş, çocukmuş, suçluymuş, suçsuzmuş… ayırt etmez, kimsenin gözünün yaşına bakmaz, topyekun defterlerini dürerler.
Devletler bu manada seri katildirler.
Kim devleti ele geçirmeye yeltenirse, bırakalım din kardeşliğini, babalarının oğlu olsanız, peygamber torunu olsanız, gözünüzün yaşına bakmaz, sizi hâk ile yeksân ederler, yerle bir ederler. Peygamber torunlarına, Âl-i Beyt’te merhamet etmeyen o günün Muaviyeleri, Yezidleri, Mervanları, falanları, filanları, feşmekanları gibi, bugünün siyasi İslamcı Yezidleri, Süfyanları vesaireleri de size, bize merhamet etmediler.
Fethullah Hocamız, onca Allah vergisi üstün meziyetlerine, engin ilmine ve
irfanına rağmen, bunun böyle olacağını göremedi.
Zira, yakın çevresinde, yapılan yanlışlar, hatalar, tedbirsizlikler vesaire
hususlarda, kendisine itiraz edebilecek evsaf ve kalibrede, dünyayı doğru
okuyan ve dini de doğru anlayan, medeni cesaretli, sosyal bilimlerde
uzmanlaşmış, genç, cevval kabiliyetler yoktu.
Dünyayı doğru okuyamayan, dini de doğru anlayamaz. Zira, din sadece Ahiret
için değil. Kaldı ki Ahiretimizi de bu dünyada kazanma durumundayız.
Dinimizi dünya hayatında nasıl ete kemiğe büründüreceğiz?
Dünyayı, hayatı, olayları, toplumları ve insanları doğru okuyarak, doğru
anlayarak, doğru tanıyarak...
Devlet aklının nasıl çalıştığını akletmemek, anlayamamak, düpedüz, dünyayı
yanlış okumaktır.
Dershanelerimizle, okullarımızla hem Türkiye’de hem dünyada, kaliteli,
dürüst, çağın gerektirdiği evsafla donanımlı gençler yetiştiriyorduk. Ne
olurdu, gençlerimizi devlet kadrolarına zorlamasaydık da dileyen dilediği
yere, kendi kişisel çabalarıyla girseydi?
2) Memlekette, bize duyulan kin, nefret ve öfkenin yegâne sebebi, senelerce,
inatla ve ısrarla bu tehlikeli hevesin peşinde koşmuş olmamızdır. Bizi,
devlete sızma hedefimiz yüzünden bitirdiler. Değilse, bize niye düşman
olsunlar ki..?
Bizim okullarımızdan mezun olan gençlerin, yani, sevdiğimiz tabirle,
Anadolu evladının, istediği yere girmesine karşı çıkan yok ki. İsteyen
istediği yere müracaat eder, imtihanlarına, mülakatlarına girer. Başarılı
olursa, gider, orada çalışır, vatanına, milletine hizmet eder.
Almıyorlarsa da girmez! Bu kadar basit! Buna muhalefet eden yok ki.
Amma..., biz bunu mahremiyete büründürerek organize ettik senelerce...
İşte bu yanlış idi, hata idi. Hem de affedilmez, müsamaha gösterilmez,
tolere edilmez bir hata idi.
Biraz empati yapın yahu! Siz olsaydınız onların yerinde, siz de aynı şeyi
yapardınız.
Burada mes’ele, gariban Anadolu evladının, kendi ülkesinin “anasının ak
sütü gibi” girmesi helal olan kurumlarına girmek istemesi değil.
Mes’ele, bizim bunu mahrem usul ve yöntemler geliştirerek, mahremiyete
büründürerek ve üstelik, bunu da büyük bir hırsla ve açgözlülükle, “bizim
uşaklardan başka hiçbir gencin girmesine meydan vermemecesine”, “Rabbenâ
hep banâ” görgüsüzlüğüyle yapmamız...
O kurumlara giren diğer uşaklar da Anadolu evladı. Onlar uzaydan
gelmiyorlar.
Bıraksaydık, mahrem organizasyonlara kalkışmasaydık, mezunlarımızı örgütlü
biçimde değil de kendi kişisel çaba ve gayretleriyle, eğer isterlerse, o
kurumlara girmelerine imkan tanısaydık, böyle bütün kin, nefret ve hased
şimşeklerini ve oklarını üzerimize çekmezdik.
Bu mahrem işleri eleştirmek, mezunlarımıza “gidin köyünüzde, kasabanızda
çoban olun” demek değil ki. Neden bunu anlamaya yanaşmıyoruz?
Rab bize, 170 küsur ülkede hizmet imkânı bahşetmişti. Onca ülkede, bizi
hüsn-ü kabul ve hüsn-ü teveccühle serfiraz kılmıştı. Dünyada, gıptayla
gözlerinin içine bakılan güzide bir topluluk olmuştuk.
Bir şair-i şehîrimiz (!)
“Ver cüceye onun olsun şairlik,
Benim gözüm büyük san’atkârlıkta” demiş. Doğru demiş.
Amma, biz, maalesef, dünyada gözünün içine bakılan büyük san’atkâr olmak
varken, köhne memleketin köhnemiş kurumlarına gözümüzü dikerek, cüceliği
tercih ettik!
Bu kadar aşikâr, bu kadar apaçık!
Her seviyeden eğitim müesseselerimizle, insani yardım faaliyetlerimizle,
kültürler ve dinler arası hoşgörü ve diyalog faaliyetlerimizle GLOBAL BİR
İYİLİK HAREKETİ olabilecekken, Türkiye’nin darlığına, güdüklüğüne kendimizi
mahkum ettik.
Sonunda ne oldu?
Herifler, bize memleketimizde cüceliği bile çok gördüler. Bize “fetö”
dediler. Değer miydi? Değdi mi?
Vallahi de değmezdi, billahi de değmezdi, tallahi de değmezdi…
Bu kabilden, ciddi ve sarsıcı bir nefis muhasebesi, Hizmet muhasebesi
yapmaya mecburuz.
Nefsimize zor da gelse, ağır da gelse, bu muhasebeyi, en ağır şekliyle
yapmak mecburiyetindeyiz.
Bunları dile getirmenin moral ve maneviyat bozmakla hiçbir alakası yok.
3) Her birimiz, her bir Hizmetkâr kardeşimiz bu muhasebeyi, bu can alıcı, can
yakıcı detaylarıyla ve ciddi ciddi her şeyimizi sorgulayarak yapmalı.
Bu hezimetin ve bu hezimete yol açan sebeplerin, saiklerin, fiillerin,
kararların ve tabii ki bunların sorumlularının sorgulanmadık hiçbir yanı,
yönü kalmamalı. Dersler çıkarılmalı. Hem de bütün Hizmetkârlar tarafından.
Bu muhasebe ve sorgulama ihtiyacı, zarureti, mecburiyeti kesinlikle
ıskalanmamalı.
Neden bunları alenî konuşuyoruz? Neden konuşmayalım ki?
Her şeyi açık açık müzakere ve mütalaa etmenin ne mahzuru olabilir?
Mahremiyet ve gizlilik eğilimi genlerimize, dokularımıza, kimyamıza işlemiş.
Türkiye’de bittik, bitirildik. Kısa, orta ve uzun vadede, dünyada da aynı
akıbete dûçâr olmak istemiyorsak, eğri oturup, doğru konuşmamız lazım.
Bulunduğumuz ülkelerde, buzlu cam gibi değil, şeffaf cam gibi olmalıyız.
Bize bakan, şeffaf cama bakar gibi, bizim içimizi, dışımızı görmeli,
görebilmeli.
Memlekette yaptığımız ve helakımıza sebep olan mahrem alışkanlıkları,
mahrem işleri terk etmeliyiz. Bunu da her bir Hizmetkâr kardeşimiz duymalı,
öğrenmeli, içselleştirmeli.
Bu yüzden bendeniz bütün fikir ve kanaatlerimi tanıdığım, bildiğim herkesle
alenen ve açıkça paylaşıyorum.
Bundan da hiç gocunmuyorum. Niye gocunayım ki! Yarası olan gocunur
demişler. Doğru demişler.
Hem baştan beri yazdıklarım sır değil ki. Memlekette de, dünyada da, gizli
işleri bilmesi gerekenlerin, bu amaçla örgütlenenlerin, yani erbabının
zaten bildiği şeyler.
Her şeyimizle, her halimizle, her yönümüzle şeffafiyet şart ve olmazsa
olmaz... Ben bunu bilir, buna inanır, bunu söylerim...
Hocaefendi’ye iki hususta itirazım ve eleştirim var:
- Allah vergisi onca üstün meziyetlerine rağmen, devlette kadrolaşma
hevesinin tehlikelerini göremedi.
- Etrafına sadece mollaları topladı.
“Molla” benim jargonumda, “dünyayı doğru okuyamayan” demek! Kim ki dünyayı
doğru okuyamıyorsa, dünyanın, tabii ki bu arada Türkiye’nin de, güncel
gerçeklerini doğru kavrayamıyorsa, molla’dır!
Kılık, kıyafet, diploma vs önemli değil!
Türkiye’de devlete sızmanın tehlikesini görememek mollalıktır!
Türkiye’de bunu fark edemeyip, arabayı duvara toslatanlar, bununla da
kalmayıp, uçuruma yuvarlatanlar, öngörüsüzdür, basiretsizdir,
firasetsizdir, vizyonsuzdur, ufuksuzdur...!
Hocaefendi’yi bu bağlamda uyarmayanlar, ikaz etmeyenler, bu yolun çıkmaz
sokak olduğunu söyleyemeyenler de aynı cümledendir.
Sünnetullah, Allah’ın kainata koyduğu kanunlardır ve hata kabul etmez,
hatayı yapanların Müslüman/kafir/münafık/vs olduğuna da hiç bakmaz.
Bıçak ile tedbirsiz ve dikkatsiz oynuyorsanız, elinizi, ayağınızı
kesersiniz.
Su ile tedbirsiz, dikkatsiz oynuyorsanız, boğulursunuz.
Silaha oyuncak muamelesi yapıyorsanız vurulursunuz, ölmeseniz de yaralanır,
muhtemelen sakat kalırsınız…
Devlet ile kavga etmeye yeltenirseniz devletin tokadını yersiniz!
Devleti ele geçirmeye yeltenirseniz, hâk ile yeksân olursunuz, yerle bir
olursunuz.
Dikkat edin! Devleti haklı bulmuyorum, devlet haklıdır demiyorum.
Devletler, tarihteki ilk kurulan devletten, günümüze dek kurulan bütün
devletler, Müslümanlarınkiler de dahil, hatta Müslümanların kurduğu
devletler en başta olmak üzere, SERİ KATİLDİRLER. İNSAF, MERHAMET, ŞEFKAT
gibi şeyler ONLARIN KİTABINDA YAZMAZ. Ali (yüksek) MENFAATLERİ İÇİN
BABALARININ OĞLUNU BİLE KATLEDERLER!
Eğer bu mübarek Hizmet’in karar vericilerinde birazcık ufuk ve vizyon olsaydı, devleti ele geçirmek gibi hevesatın tehlikeleri konusunda Hocaefendi’yi usulünce ikaz ederlerdi.
Bizim, Müslümanlar olarak, devleti ele geçirmek gibi bir saplantımız hiç,
ama hiç olmamalıydı...
Gerisi laf-ü güzaf (boş laf) tır…
4) Devlete dair bu kanaatlerim, devletçi olduğumdan, devleti kutsadığımdan,
devletin zalim ve abus suratını beğendiğimden değil. Bilakis, devletle aşık
atılamayacağına, onunla başa çıkılamayacağına olan inancımdan.
Devletler zalimdir, gaddardır, devletlerin kitabında insaf, merhamet yazmaz.
Muaviye’nin, Abbas’ın, Selahaddin’in, Gaznevi’nin, Babür’ün, Safevi’nin,
Selçuklu’nun, Osmanlı’nın, Fatımi’nin ve dünyadaki gelmiş geçmiş bütün
devletlerin ortak karakterleri böyledir.
Sünnisiyle, Şiasıyla, biz Müslümanların yanılgısı, “din-ü devletin ikiz
kardeş olduğu” yönündeki telakkimiz, yani dinimizi devletle
özdeşleştirmemizdir.
“Din ve devlet ikiz kardeştir” anlayışından bahsediyorum. Bu anlayış biz
Müslümanların gözünde, devleti din gibi kutsallaştırıyor.
Yanlışlık burada.
Bu arada, bilirsiniz, anarşizm devleti kabul etmez. Devletsiz bir dünya
hayali ve peşindedir. Halbuki, devletsiz bir toplum düzeni düşünülemez.
Amma, devlet, Müslümanın hedefi olmamalı. Dinimizi devletsiz de pekâlâ ve
adam gibi yaşabiliriz.
İşte şimdi her birimiz AB ülkelerindeyiz, ABD’deyiz, Kanada’dayız,
Avustralya’dayız. Dinimizi yaşamakta var mı bir sıkıntımız? Hangi birimiz
şeriat ile idare olunan veya Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkeye
sığınabildik?
Ver cüceye onun olsun şairlik...!
Biz Müslüman Türkler, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizden ötürü, devleti
kutsuyoruz. Devletsiz edemeyiz sanıyoruz. Yanlışlık burada.
Ne kabir suallerinde, ne de Ahiret suallerinde, Rab bize devletinizi neden
ele geçirmediniz demeyecek.
Allah selamet versin, Fethullah Hocamız da bu devlet saplantısını aşamadı
maalesef.
5) Gültekin Bibar mollanın şu linkteki konuşması üzerine mülahazalarım :
“Hocaefendi yönlendiriliyor mu/yönlendiriliyor olabilir mi?” konusundaki
fikir ve kanaatlerimi şöyle ifade etmeye çalışayım:
Hepimizin hayatında ve imanî kemalâtımızda Hocaefendi’nin müsbet tesirleri
ve katkıları çok büyük. Rab, bu manada, kendisinden ebeden razı olsun.
Ben, kendi payıma, kırk yıldır dinlemekte ve okumakta olduğum HE’den çok
şey öğrendim, onun samîmî ve hasbî irşadlarından çok müstefîd oldum.
Tereddütsüz ve hulûs-i kalb ile diyorum ki -tabii bu ifadem mübalağa olarak
anlaşılmasın- imanımın oturaklaşmasında HE’ye çok şey borçluyum.
Allah, peygamber, sahabe muhabbetini biz HE’de müşahade ettik ve ondan
öğrendik.
İlham kaynağı olduğu bu güzîde Hizmetkâr Topluluğu, onun teşvik ve
teşcîatıyle, yani cesaretlendirmesiyle, hem Türkiye’de, hem de dünyanın 170
küsur ülkesinde, insanlığın hüsn-ü kabulüne mazhar olan, yüz akı işlere
imza attılar.
Buraya kadar her şey tamam, her şey güzel. Hatta, güzelden de öte, mükemmel.
Şimdi itirazlarıma geleyim:
Hocaefendi, aynen Üstad Bedîüzzaman gibi, içinden geldiği klasik Sünnî
ulema geleneğinin günümüzdeki büyük mümessillerinden. İlmine, irfanına,
dinine, diyanetine, şahsî kemalâtına ve fezailine can kurban.
Fakat, her iki zatın da “devleti ele geçirme, devlete sahip olma, İslam
devletini yeniden tesis ve inşa etme” şeklinde ifade edilebilecek emelleri,
hevesleri, gaye-i hayalleri, moda tabirle saplantıları, takıntıları,
muarızlarının tabiriyle söylersek, gizli ajandaları var.
Hizmet-i Îmaniyye ve Kur’aniyye..., Nam-ı Celil-i Muhammedi’yi bütün
dünyaya yayma… çok mühim ve zarurî. Olmazsa olmaz. Hatta, bir manada farz-i
ayn mesabesinde.
Aslında, bu devleti ele geçirme saplantısı, sadece bu iki muhterem
üstadımızın değil, Sünnî ve Şii ulema ve şeyhlerimizin hepsinin gaye-i
hayallerinde mevcud.
Gerek eski asırlarda, gerek son birkaç asırda, gerekse asrımızda, devleti ele geçirerek İslamîleştirme gaye-i hayali, bütün ulema, şüyûh, pîran, mürşîdân, hacegân, vs efendilerimizde mevcud.
Tabir-i dîğerle, dîn-ü devletin beraberliği, birbirlerinden ayrılmazlığı
anlayışı üzerine bina edilmiş ve idealize edilmiş bir islamî hayat
telakkîsi hepsinde, müştereken ve bilaistisna mevcud.
Bu zihniyetin “Din ve Devlet ikiz kardeştir” hüküm ve kabulüne istinad
ettiğini, dayandığını düşünüyorum.
Hatta, bu “Din ve Devlet ikiz kardeştir” sözünün hadis olarak iştihar
ettiğini, meşhur olduğunu, taaa Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün tesis ettiği
Nizamiyye Medreselerinden bu yana, talebe-i ulûma böyle belletildiğini ve
ümmet-i müslimîne böyle öğretildiğini biliyoruz.
Aslında bu sözün bir peygamber sözü olmayıp, galiba Ardeşîr denilen bir
Sasanî kralının sözü olduğu, İmam-ı Gazzalî ve emsallerince, hadismiş gibi,
peygambere nisbet edilerek ümmete belletildiği... gibi müşahhas ve doğru
tarihî malumatı da hatırlamakta/hatırda tutmakta/hatırlatmakta fayda
mülahaza ediyorum.
Yani, bizim klasik/Sünnî ve Şii ulemamızın zihin dünyasında, çok derin ve
köklü bir din-ü devlet beraberliği, devletin dinsiz, dinin devletsiz
olamayacağı ictihadı/kabulü/anlayışı mevcud.
Hz. Osman’ın şehadetiyle mayalanmaya başlayıp, Hz. Ali’nin hilafeti
müddetince, Muaviye denen şerefsiz herifin itirazlarıyla pekişen, Hz.
Ali’nin şehadeti ve sonrasında Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in başlarına
gelenlerle/getirilenlerle ete kemiğe bürünen, şerefsiz Muaviye’nin kendini
"İslamın ilk kralı" ilan etmesiyle ve bununla da yetinmeyip, kendisi daha
hayatta iken şerefsiz oğlu Yezid’i de veliahd tayin etmesiyle iyice ayyûka
çıkan ve Yezid denen bu şerefsizin de Ehl-i Beyt’e reva gördüğü zulümlerle
tahkîm edilen saltanat, o günden bu güne kesintisiz devam ediyor.
Bütün İslam tarihini, saltanatlar tarihi, saltanat içi taht mücadeleleri
tarihi, saltanatlar arası hakimiyyet mücadeleleri tarihi olarak okumak,
kabul etmek LAZIM.
anlaşılmasın- imanımın oturaklaşmasında HE’ye çok şey borçluyum.
Allah, peygamber, sahabe muhabbetini biz HE’de müşahade ettik ve ondan
öğrendik.
İlham kaynağı olduğu bu güzîde Hizmetkâr Topluluğu, onun teşvik ve
teşcîatıyle, yani cesaretlendirmesiyle, hem Türkiye’de, hem de dünyanın 170
küsur ülkesinde, insanlığın hüsn-ü kabulüne mazhar olan, yüz akı işlere
imza attılar.
Buraya kadar her şey tamam, her şey güzel. Hatta, güzelden de öte, mükemmel.
Şimdi itirazlarıma geleyim:
Hocaefendi, aynen Üstad Bedîüzzaman gibi, içinden geldiği klasik Sünnî
ulema geleneğinin günümüzdeki büyük mümessillerinden. İlmine, irfanına,
dinine, diyanetine, şahsî kemalâtına ve fezailine can kurban.
Fakat, her iki zatın da “devleti ele geçirme, devlete sahip olma, İslam
devletini yeniden tesis ve inşa etme” şeklinde ifade edilebilecek emelleri,
hevesleri, gaye-i hayalleri, moda tabirle saplantıları, takıntıları,
muarızlarının tabiriyle söylersek, gizli ajandaları var.
Hizmet-i Îmaniyye ve Kur’aniyye..., Nam-ı Celil-i Muhammedi’yi bütün
dünyaya yayma… çok mühim ve zarurî. Olmazsa olmaz. Hatta, bir manada farz-i
ayn mesabesinde.
Aslında, bu devleti ele geçirme saplantısı, sadece bu iki muhterem
üstadımızın değil, Sünnî ve Şii ulema ve şeyhlerimizin hepsinin gaye-i
hayallerinde mevcud.
Gerek eski asırlarda, gerek son birkaç asırda, gerekse asrımızda, devleti ele geçirerek İslamîleştirme gaye-i hayali, bütün ulema, şüyûh, pîran, mürşîdân, hacegân, vs efendilerimizde mevcud.
Tabir-i dîğerle, dîn-ü devletin beraberliği, birbirlerinden ayrılmazlığı
anlayışı üzerine bina edilmiş ve idealize edilmiş bir islamî hayat
telakkîsi hepsinde, müştereken ve bilaistisna mevcud.
Bu zihniyetin “Din ve Devlet ikiz kardeştir” hüküm ve kabulüne istinad
ettiğini, dayandığını düşünüyorum.
Hatta, bu “Din ve Devlet ikiz kardeştir” sözünün hadis olarak iştihar
ettiğini, meşhur olduğunu, taaa Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün tesis ettiği
Nizamiyye Medreselerinden bu yana, talebe-i ulûma böyle belletildiğini ve
ümmet-i müslimîne böyle öğretildiğini biliyoruz.
Aslında bu sözün bir peygamber sözü olmayıp, galiba Ardeşîr denilen bir
Sasanî kralının sözü olduğu, İmam-ı Gazzalî ve emsallerince, hadismiş gibi,
peygambere nisbet edilerek ümmete belletildiği... gibi müşahhas ve doğru
tarihî malumatı da hatırlamakta/hatırda tutmakta/hatırlatmakta fayda
mülahaza ediyorum.
Yani, bizim klasik/Sünnî ve Şii ulemamızın zihin dünyasında, çok derin ve
köklü bir din-ü devlet beraberliği, devletin dinsiz, dinin devletsiz
olamayacağı ictihadı/kabulü/anlayışı mevcud.
Hz. Osman’ın şehadetiyle mayalanmaya başlayıp, Hz. Ali’nin hilafeti
müddetince, Muaviye denen şerefsiz herifin itirazlarıyla pekişen, Hz.
Ali’nin şehadeti ve sonrasında Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in başlarına
gelenlerle/getirilenlerle ete kemiğe bürünen, şerefsiz Muaviye’nin kendini
"İslamın ilk kralı" ilan etmesiyle ve bununla da yetinmeyip, kendisi daha
hayatta iken şerefsiz oğlu Yezid’i de veliahd tayin etmesiyle iyice ayyûka
çıkan ve Yezid denen bu şerefsizin de Ehl-i Beyt’e reva gördüğü zulümlerle
tahkîm edilen saltanat, o günden bu güne kesintisiz devam ediyor.
Bütün İslam tarihini, saltanatlar tarihi, saltanat içi taht mücadeleleri
tarihi, saltanatlar arası hakimiyyet mücadeleleri tarihi olarak okumak,
kabul etmek LAZIM.
Devam edecek...
Saygılarımla,
Abdullah Erdemli (İsviçre)
Saygılarımla,
Abdullah Erdemli (İsviçre)
