İbni Arabi’nin düşüncelerini, Ekrem Demirli’nin YouTube’da 73 bölüm halinde anlattığı “Füsusu’l Hikem” derslerinden ve ardından bu eseri bir defa kendim okuyaraktan biraz öğrenebildim. Bu konuda uzman değilim. Bu yazım İbni Arabi’ye dair, ama sadece benim anladığım kadarıyla, kısıtlı bilgiyle, ve oldukça sübjektif. Aslında bu kadar az bilgiyle ve bu konudaki hamlığımla böyle bir yazı yazma cüretinde bulunmam bir bakıma bir hadsizlik. Ama ben zaten kendim için yazıyorum. Yazdıkça düşüncelerimi toparlayabildiğimi ve daha iyi anladığımı düşünüyorum. Karışık ve tam pişmemiş fikirlerime kulak vermek isterseniz, buyurun okuyun.
İbni Arabi, Tanrı’nın varlığını ve peygamberlerin nübüvvetinin hak olduğunu hiç sorgulamıyor. Görebildiğim kadarıyla, onun derdi “nübüvvet ışığında,” “hikmet”e ulaşmak. Bunu yaparken felsefe ve metafizik yapıyor, en can alıcı soruları soruyor. Arza saçılmış hikmet parçalarını topluyor ve kendince birleştiriyor. Bence ulaştığı şey çok değerli. Bana özellikle hitap etmesinin sebebi “doğu dinleri”nin temelinde olan ve benim uzun süredir etrafında dolandığım “panteizm”e benzer yerlere, en azından, temas etmesi.
İbni Arabi’de beni en çok etkileyen yön, onun insana bakışı. Yazımda ilk konu olarak bunu ele almak istiyorum.
İnsan
İbni Arabi insanı “kevni cami” olarak tanımlıyor. Yani her şeyi, tersleri de, birleştiren bir yaratılmış. İbni Arabi için insan, sadece bir “halife”den öte, kainatın bir özeti, evrenin bir mikrokozmozu, Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının bir en mükemmel bir yansıması (tecellisi). Hatta şunu bile diyebiliriz: “Tanrı, insanı yarattı; insan, Tanrı’yı isimlendirdi.” Bu şekildeki bir anlayışla, insan, evrenin hem tohumu, hem meyvesi oluyor. İnsan olmazsa evrenin bir manası yok, hatta Ekrem Demirli’nin İbni Arabi anlayışına göre insanın (daha doğrusu Tanrı’yı bilen insanın) yok olması, evrenin yok olmasını gerektiriyor. Zaten bazı kaynaklarda kudsi hadis olduğu iddia edilen “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” sözü, İbni Arabi’nin düşüncesinde çok önemli bir yer tutuyor. Benim görüşüme göre burada “bilmek” bilince ithaf edilmeli, ve dolayısıyla insan bilinci, Tanrısal demek istemeseniz bile, en azından, Tanrı’nın bir ayna görüntüsü.
İbni Arabi’nin insan için kullandığı bir diğer terim, “meluh,” yani “İlah”ın veya Allah’ın (Tanrı’nın) edilgeni. Allah ismi diğer bütün isimleri barındırıyor (bu arada, İbni Arabi’ye göre Allah’ın isimleri sadece 99 Esmaül Hüsna ile sınırlı değil, sonsuz, ve bu sonsuzluk insanın içinden geliyor). Dolayısıyla insana meluh diyerek; insanı, sonsuz olan ilahi bilginin, sıfatların ve isimlerin tecelli ettiği bir alan olarak görüyoruz; ve bu tecelli dışarıdan gelmiyor, insanın içinden çıkıyor. Bu anlayışla, tam mutmain bir şekilde, “nefsini bilen, Rabbını bilir” diyebiliyoruz.
Peki, insan, Tanrı’ya nasıl bakıyor? İbni Arabi’nin anlayışında bu soruya dair iki kritik terim, teşbih ve tenzih.
Teşbih ve Tenzih
Teşbih, insan tarafından, Tanrı’nın yaratılmışlara benzetilmesi demek. Tanrı’nın yaratılmışlara benzemesi bir bakıma doğal, çünkü yaratılmışların (ve özellikle aralarında bilinci en üst seviyede olan insanın) “Tanrı algısı” doğal olarak, yaratılmışların gözlenmesi üzerinden doğuyor. Tanrı’nın sıfat ve isimleri evrende tecelli ediyor, ve insan bu çerçevede algılamasıyla Tanrı’yı kendine yakınlaştırıyor. Musa-çoban hikayesindeki çoban gibi... Bunu animist veya paganist bir bakış açısı olarak görebiliriz. Ama burada bir hak olduğunu düşünüyor İbni Arabi. Bence, teşbih anlayışı, insanı Tanrı’ya kalben yakınlaştırıyor, ama aklen uzaklaştırıyor.
Tenzih, insanın, Tanrı’yı yaratılmışlardan tamamen farklı ve ötede görmesi, bir bakıma negatif teoloji. Tanrı’nın yaratılmışlara, ve hatta yaratılmışların aklındaki ve anlayışındaki hiçbir şeye benzememesi de (Gayb olması) çok doğal. Tanrı, sınırsız; insan sınırı olmayan bir şeyi anlayamaz, ifade edemez. Tenzih anlayışını filozofların anlayışı olarak görebiliriz, bu anlayışla Tanrı hakkına diyebileceğimiz şeyler çok sınırlı (mesela, (unmoved mover) O ilk sebeptir vs). Sadece şu değildir, bu değildir diyebiliyoruz; ama nedir diyemiyoruz. Bu anlayış bizi biraz “deizm”e, evrenden uzak bir Tanrı’ya taşıyor. İbni Arabi, bu görüşte de bir hak görüyor. Bu görüş, Musa-çoban hikayesindeki çobanın görüşünün tersi. Bence, tenzih anlayışı, insanı aklen Tanrı’ya yaklaştırıyor, ama kalben uzaklaştırıyor.
İbni Arabi, bu iki görüş arasında bir denge kuruyor. Hatta belki de, bu iki görüşün de doğru olduğunu söylüyor (elektronun aynı anda hem dalga, hem parçacık olması gibi). Benim anladığım, İbni Arabi Tanrı’yı, hem kadim (bu arada kadim, sadece başı sonu olmayan değil, zaman modelinin üstünde olan demek) hem de sınırsız olması bakımından bilinemez ve anlaşılamaz görüyor; hem de yaratılmışlardaki ilahi tecelliler dolayısıyla bilinebilir ve anlaşılır görüyor. Bir bakıma, tenzihe göre, Tanrı göklerde; teşbihe göre, Tanrı yerde. Halbuki, Tanrı, hem yerde hem gökte.
İbn-i Arabi’nin görüşüne göre “bir peygamber, bir kavme geldiği zaman, orada zaten Tanrı’nın olduğunu” görüyor. Peygamberin yaptığı insanların Tanrı tasavvurunu değiştirmek; yani fazla teşbih yapıyorlarsa tenzihe kaydırmak, fazla tenzih yapıyorlarsa teşbihe kaydırmak. Hatta bu minvalde, İbni Arabi, Nuh peygamberi bir bakıma eleştiriyor diyebiliriz, fazla tenzihe kaydığını düşünerek.
Teşbih ve tenzih meselesinde “teklik ve çokluk” önemli oluyor; Tanrı’nı zatı bir, ama tecellisi çok (sonsuz). Çokluğa teşbihle, birliğe tenzihle ulaşıyoruz. Birlik deyince İbni Arabi’nin en meşhur olduğu “Vahdet-i Vücud”a girebiliriz, ama ondan önce Ayan-ı Sabite’den bahsetmemiz lazım.
Ayan-ı Sabite
Ayan-ı Sabite, İbni Arabi’nin en önemli kavramlarından birisi. Ben bu kavramı ancak üstünkörü anlayabildim. Anlayabildiğim kadarıyla, İbni Arabi bu kavramla, varlıkların İlahi bilgide nasıl sabit ve değişmez şekilde var olduğunu ve bunun maddi aleme nasıl yansıdığını ifade ediyor. Ayan-ı Sabite, varoluşun Tanrı’nın bilgisiyle sıkı sıkıya ilişkili olduğunu söylüyor, çünkü her şeyin özü Tanrı’nın bilgisinde zaten mevcut. Ayan-ı Sabite’de Tanrı’nın bilgisinde var olan, ancak fiziksel dünyada henüz tezahür etmemiş varlıklar da var, ve bu bilgiler değişmez ve mükemmel formlar halinde. Maddi dünyanın geçici ve değişken olmasının tam zıddı olarak; bu İlahi bilgiler, sabit ve değişmez, ve zamanın ötesinde. Her şey, Tanrı’nın bilgisinde potansiyel olarak var, sonra bunlar İlahi irade ile varlık kazanıyor. Bir bakıma, Ayan-ı Sabite’ye, Tanrı’nın evrensel planı ve hikmeti diyebiliriz.
Ayan-ı Sabite’yi bir bakımdan “kader”e benzetebiliriz belki; çünkü Tanrı zamanın ötesinde ve dolayısıyla olmuş, olan ve olacak her şey O’nun bilgisinde. Ama burada çok daha fazlası var. Çünkü bu bilgi, varlık ve “olan”la direk ilişkili (bu ilişki sadece bilgi düzeyinde değil.) Dolayısıyla, bir bakıma, olan, sadece Tanrı’nın “izni” ile değil, belki “iradesi” ve hatta “tercihi” ile gerçekleşiyor. Gerçekleşen her şeyin de bir bakıma mükemmel olması gerekiyor, çünkü direk ilişkili olduğu Ayan-ı Sabite mükemmel. Ben burada cüz-i iradeyi nereye koyacağız, tam bulamıyorum. Ayan-ı Sabite’yi benim anladığım gibi anlarsak, aslında tüm fail Tanrı; ve bu (eminim karşı çıkacaklar olacaktır, ama) bence biraz Hint felsefesindeki şu görüşe benziyor: tüm evren kozmik bir “kendi kendini oynayan saklambaç” (Lila); “kozmik O,” evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklar haline gelerek ve gerçekte ne olduğunu unutarak kendinden saklanıyor (Maya); bu görüşle tüm varlık, kılık değiştirmiş bir O.
Şimdi bu nokta üzerinden Vahdet-i Vücud’a geçebiliriz.
Vahdet-i Vücud
Aslında Vahdet-i Vücud, İbni Arabi’nin eserlerinde açıkça tanımladığı ve savunduğu bir kavram değil. Daha çok onun ardından gelen savunucuların ve yericilerinin İbni Arabi’de bulduğu ve isimlendirdiği bir kavram. Vahdet-i Vücud’a göre, Tanrı’nın vücudu mutlak; dolayısıyla, varlık, “bir.” Eşyanın (şeylerin) varlığı ise, Tanrı’nın varlığından kaynaklanıyor. Ayan-ı Sabite’de gördüğümüz üzere, eşyanın hakikati, Tanrı’nın bilgisinde sabit. Ama bunun da ötesinde, evrende var olan her şey, Tanrı’nın varlığının bir yansıması. Evren, bir bütün olarak Tanrı’nın varlığına dayanıyor. Evrende çokluk var, ama kaynağında birlik var. Dolayısıyla Vahdet-i Vücud sadece bir “birlik” görüşü değil, bir “birlik-çokluk” anlayışı. Tek varlık var, ama sonsuz tezahürü var.
Vahdet-i Vücud ve Panteizm’in (veya Panenteizm’in) benzerlikleri ve farklılıkları var. Hem vahdet-i vücud hem de panteizm, Tanrı’nın ve evrenin doğası arasında yakın bir ilişki ve içsel bir bağ görüyor. İki görüş de, gerçekliğin temelinde tek bir varlık olduğunu ve bu ilahi varlığın evrende her yerde olduğunu söylüyor; bununla beraber evreni ya Tanrı’nın bir tezahürü veya Tanrı’nın bir parçası (veya kendisi) görüyor.
Diğer yandan, Vahdeti Vücud’da Tanrı, hem varlıkların özünde, hem de onlardan ayrı olarak (ötesinde) görülürken; Panteizm’de ayrılık değil, sadece özdeşlik görülüyor. Diğer çok önemli fark da, Vahdeti Vücud (doğal olarak, İslam’dan çıkması dolayısıyla) kişileştirilmiş Tanrı (personal God) anlayışına yakınken, Panteizm Tanrı’nın kişisel olmayan doğası olduğunu söylüyor. Bence, Vahdet-i Vücud’un, panteizme göre avantajı, daha az soyut ve teorik olması, ve dahi, kişisel mistik deneyimlerle Tanrı’yla ilişki kurmasına imkan sağlaması.
Zaten İbni Arabi’nin asıl derdi, Tanrı-insan ve Tanrı-alem ilişkilerini izah etmek. Bu da son başlığımız olsun.
Tanrı-alem ve Tanrı-insan İlişkisi
İbni Arabi Tanrı’yı evreni yöneten mutlak bir varlık olarak görüyor. Ama O’nu bir “kozmik patron” olarak görüyor mu, tam emin değilim. Evren ve içindeki her şey Tanrı’nın yaratıcı iradesinin bir sonucu, dolayısıyla O’nun bir planının bir parçası. İbni Arabi’nin Tanrı’sı, bir “yorgun Tanrı” değil; evrenle sürekli bir ilişki içerisinde.
İbni Arabi’ye göre insan, Tanrı’nın sıfatlarını ve isimlerini barındıran ve onları en açık şekilde yansıtan bir varlık. İnsan, Tanrı’yı tanıma ve anlama kapasitesine sahip. Dolayısıyla insan, Tanrı ile özel bir ilişki içerisinde, ve bu durum insana özel bir değer, konum ve sorumluluk yüklüyor. İbni Arabi’ye göre insanın sorumluluğu Tanrı’yı keşfetme yolculuğu. Bu yolculukta insan Tanrı’nın sıfatlarını ve isimlerini anlamalı, ve kendi varlığında bu sıfatların nasıl tecelli ettiği ettiğini keşfetmeli. “Enel Hak,” bu yolculukta hissedilebilecek, ama durulamayacak bir yer. Yolculuğun ulaşılması gereken bir doğru varma yeri yok, sadece yolculuk var. Yolculukta çokluk var, çünkü insan sayısı adedince Tanrı’yı keşfetme yolu var. Ve dahi insan, Tanrı için çok değerli. Belki de o yüzden İbni Arabi, cehennemi bir azap olarak görmüyor. Tanrı, korkulacak değil, merak edilecek, hayret edilecek, sevilecek bir varlık, bir mutlak varlık. En azından benim için öyle.
Son söz, İbni Arabi'nin bir şiiri olsun (hangi kitabından, kim çevirmiş bulamadım, ama olsun)
bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
o artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir kabe,
tevrat levhaları,
kur'an kitabıdır.
ben aşk dinini vazediyorum.
ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.
-İsa Hafalır
