Lord Acton’a ait çoğumuzun bildiği bir söz var: “Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar.” Tarih boyunca tekrarlanmış, harika bir psikolojik-sosyolojik tespit ve gözlem bu. Ne yazık ki yakın tarihimizde bu ikili iddia çok acı bir şekilde tezahür etti. Bu yazımda Lord Acton’un sözünün “güç bozar” kısmının Gülen ve cemaatinde, “mutlak güç mutlaka bozar” kısmının ise Erdoğan ve partisinde görüldüğünü detaylandıracak ve kısa genel yorumlar ile yazımı bitireceğim.
Bazılarının iddia ettiğinin aksine ben Gülen cemaatinin devlette kadrolaşmasının aslında başlangıçta (planlayanların niyeti neydi tam bilemiyorum, ama en azından uygulayanlar tarafından) kötü niyetlerle olmadığını düşünüyorum. “Biz iyi insanlarız; vatanın, milletin, dinin iyiliğini istiyoruz” diye başladılar. Ama güç hırsı ve sonrasında arttırdıkları güçleri onları zehirledi ve bozdu. Şunu da ekleyeyim, burada the cemaatin “vitrin” tarafı olan tabanından veya okullarındaki öğretmenlerinden vesaire değil, devlette kadrolaşma yapan ve gücü elinde tutan “hususi” tarafı ve ekabir tarafından bahsediyorum. Evet, çok fena bozdular. Biraz mizah katacak olursak Feyyaz Yiğit’in “Lost bozdu” videosundaki gibi bir durum ortaya çıktı :) (Link)
Gülen cemaatinin yöneticilerine bazı mensupların bazı önemli pozisyonlara gelmesi yetmedi; daha çok mensubun daha önemli, hatta en kritik pozisyonlara gelmesini ve bir bakıma ülkenin hakimi olmak istediler. Bu da yetmedi, bu amaçlara ulaşmak için yanlış yollara sapmakta bir beis görmediler. Emniyet’i kendi adamları ile doldurdular; Askeriye’de (Emir Yıldız’ın kişisel örneklerinde belirttiği gibi, Link 1, Link 2) başkalarının ayağını kaydırdılar; garson USB’si ve askeri matrix programı örneklerinde olduğu gibi herkesi fişlediler; (yüzlerce davadaki yüzlerce itirafın gösterdiği üzere) mensupların bir kısmına değişik sınavların sorularını verdiler; STV dizileri, Fuat Avniler, acem oyunları söylentileri ile halkı manipüle ettiler; Selam-Tevhid, Tahşiye davaları gibi operasyonlar düzenlediler; muhalifleri susturmak için Nedim Şener, Hanefi Avcı, Ahmet Şık gibi insanları tutuklatılması örneğinde görüldüğü gibi her şeyi yaptılar; MİT tırları olayında görüldüğü gibi bir istihbarat örgütü gibi davrandılar; Ekrem Dumanlı örneğinde görüldüğü gibi the cemaatin içinden gücü elinde tutanlar hafif tabirle şımardılar, kaba tabirle küstahlaştılar. Örnekleri daha da uzatabiliriz. Hasılı güç onları bozdu, ve 15 Temmuz ile beraber ya patladılar, ya da patlatıldılar. Olan the cemaatin suçlu-suçsuz ayırt etmeksizin bütün mensuplarına oldu. Yılların hizmeti, Gülen hareketi, tüm mensuplarıyla beraber FETÖ diye damgalandı ve çoğunluk itibariyle haksızca cezalandırıldı.
Yine de the cemaatin bozmasını AKP’nin bozması ile karşılaştırdığımızda AKP’de daha vahim sonuçları olan bir bozulma görüyoruz. Çünkü Gülen cemaati zamanında ne kadar çok güçlü ve değişik bir cemaat olsa bile neticesinde bir cemaatti, etki alanı iktidar partisine nispeten kısıtlıydı; AKP ise iktidar, 20 yıla yakındır ülkeyi yönetiyor ve ülkenin bütün açılarını etkiliyor. Evet, Gülen ve cemaati güçlüydü, ama Erdoğan ve AKP mutlak güçlü. Bugün Erdoğan ve AKP ülkedeki tek muktedir. Tabii ki (tarihlerinden gördüğümüz üzere her an bozabilecekleri) koalisyonları, uzlaşıları var ama güç onlarda toplanmış durumda.
Ben Erdoğan ve AKP’nin de en başında iyi niyetlerle bu işe başlamış olduğunu düşünüyorum. Kemalist rejim muhafazakarları baskı altına almıştı, Askeriye siyasetin fazlasıyla içindeydi. Böyle bir konjektürde Erdoğan ve AKP, muhafazakarların bir isyanı şeklinde çıktı ortaya. Sadece düzenin değişmesini istiyorlardı, ama bu düzenin kendilerini de değiştireceğinin muhtemelen farkında değillerdi. Değişim istiyorlardı, ama tam olarak nasıl değiştireceklerini bilmiyorlardı. Ellerinde yeterince insan gücü yoktu, mecburen insan gücü olan Gülen cemaatiyle bir koalisyon kurdular. Sonra bu koalisyonda beraberce eski rejimi elimine ettiler. Sonra koalisyon arasında kavga çıktı ve yenen AKP oldu. Bu sırada her dediklerine inanan, Erdoğan’ı bir “mutlak reis, bir nevi Halife” gören kemik tabanları oluşmuştu ve bu kemik tabanın arkalarında olmasının ve nüfusa oranının yüksek olmasının da verdiği rahatlıkla onlar da bozuldular. Onlar da çok fena bozdular.
Ülke muktedirleri için ana akım medya çok uzun zamandır iktidarın propaganda makinesi; yan medyaları ya korkuttular, ya kapattılar, ya pasifize ettiler. Muhalefet hep iktidarın oyununu oynadı ve karşılarında hiçbir başarı sağlayamadı. Gezi olayları (kimler başlattı, dış güçler var mıydı komplo teorilerine girmeyeceğim; çünkü orayla ilgilenmiyorum) ile halkın durumdan rahatsız kısmı muktedirlere yenildi, ses çıkartma konusunda hala üzerinden atamadıkları bir korku onları sardı. Ülkenin neredeyse bütün sermaye ve güç yandaşlara dağıtılmış durumda. Muktedirler, “iç düşman, dış düşman” diye ne olduğu belli olmayan düşmanlar uydurdular ve bütün kötü şeylerin sorumluluğunu onlara attılar (bu konudaki eski yazılarım için: Link 1, Link 2).
Bugün ise, bırakın problemlerin sorumluluğunu üzerlerine almayıp başkalarını suçlu göstermeyi, artık bir problem olduğunu bile yadsıyorlar. Tayyip Erdoğan’a soracak olursak dünya Türkiye’yi kıskanıyor, Berat Albayrak’a soracak olursa ekonomi tıkırında, Fahrettin Koca’ya soracak olursak Korona vaka sayıları söyledikleri gibi, Ziya Selçuk’a soracak olursak eğitimde hiçbir problem yok, Mevlüt Çavuşoğlu’na soracak olursak dış işlerinde problemimiz yok. Problemi kabul etmeyen çözüm olamaz elbette. Muktedirler yumuşak bir geçiş imkanını çoktan kaybettikleri için yaptıkları gerginlik çıkarmak, safları sıklaştırmak, ne pahasına olursa olsun iktidardaki ömürlerini uzatmak.
Dolayısıyla şu an gelinen durum o kadar ciddi ki, bir yeni rejim içindeyiz diyebiliriz. Anayasa mahkemesinin kararını uygulamayan yerel mahkemelerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Daha ne olsun? Ben gerçekten anlayamıyorum. Kaybedecek neyimiz kaldı ki tamamen bozulmuş olan ve ülkeyi uçuruma sürükleyen iktidar karşısında hala güçlü bir ses çıkaramıyoruz, bir şeyler yapamıyoruz? Belki cehalet, belki korku, belki ümitsizlik, bilemiyorum. Benim şahsen yapabildiğim tek şeyin birkaç bin insanın okuyacağı bir blog yazısı yazmak olması içimi acıtıyor. Neyse, konuya dönecek olursak AKP’nin bozması daha mutlak ve daha vahim. Umarım yeni başlamış bu yeni rejim iyice güçlenip sabitlenmeden bu vahim durumdan demokratik bir şekilde kurtulabiliriz.
Yukarıda the cemaat ve AKP değerlendirmelerim aslında yeni değil; önceki paylaşımlarımda da benzer şeyleri yazdım. Bu yazım “güç”ün olanlara etkisine dair olmuş oldu. Peki nedir güç? Güç istediğini yapabilmektir, yapmak istediğinde sana kimsenin engel olamamasıdır. Eğer bir kişi veya topluluk yaptıkları konusunda “hesap vermek” zorunda olsa, istese ve gücü yetse bile yapmaktan çekinebilir. Dolayısıyla bir kişinin veya topluluğun gücünü sınırlamanın tek yolu, onlardan bir şekilde hesap sorabilmektir. Ne acı ki, çarpık kader anlayışımızdan olsa gerek, hesap sorma konusunda çok kötü bir milletiz.
The cemaat ve AKP güç ile bozuldu dedik. Peki the cemaat ve AKP bozulma konusunda özel mi? Bence değil, güç peşinde koşan kişilerin, güç peşindeki grupların masum görünmelerinin tek sebebi henüz gücü elde edememiş olmaları. Hani derler ya, sınanmadığın günahın masumu değilsin. Güç öyle bir sınav ki, bu sınavı geçebilen neredeyse hiç görünmüyor. Dolayısıyla kimseye güvenmemeli, kimseye aklımızı-vicdanımızı-talihimizi emanet etmemeli, kimseye “fazla güç” veya “mutlak güç” vermemeliyiz. Yoksa olanlar olmaya devam eder, yine bize hüsran düşer. Ülke olarak herkesi ve her grubu “hesap verebilir” tutan “kontrol ve dengeler” sistemi oturtmalıyız; makus kaderimizden bir gün kurtulabilmek istiyorsak.
-İsa Hafalır
